Mürid mürşidiyle konuşacağı zaman, önce izin alması, değersiz, basit ve menfaate yönelik konuları dile getirmekten kaçınması ve duruma göre alçak bir sesle konuşması gerekir. Onu hafife alarak, yüksek sesle konuşması kesinlikle yanlıştır. (Mürid), efendisinin huzurunda konuşan bir kölenin tavrı gibi edebli ve saygılı olmalıdır.
Yüce Allah, Peygamber Efendimizle (s.a.v) konuşulacağı vakit edebe riayet edilmesini, yüksek sesle konuşmaktan kaçınılmasını emretmektedir. “Ey mü’minler sesinizi nebinin sesinden daha fazla yükseltmeyiniz”[1] demektedir.
İşte mürid de bu emre uyarak sesini fazla yükseltmemeli, kalben tasdik etme durumunda bulunduğu mürşidinin buyruk ve sözüne karşı, içinden “niçin, hayır, öyle değil de böyledir” gibi söz ve düşüncelerle itirazda bulunmamalıdır. Nitekim tahkik erbabı bazı âlimler; “mürşidine bu şekilde tavır alan, itiraz eden ve onların gerçek durumlarını inkâr eden müridlerin kesinlikle felah bulamayacaklarını” söylemişlerdir.
Evliyanın bazı işleri sırf Yüce Allah’ın kudretinden kaynaklanır. Ayrıca bazı hikmetlerden dolayı vücut bulan işleri de vardır. Bu itibarla onların her işinden ve sebebinden sual sormak, yerinde bir hareket olmayıp edebe de uymaz.
Mürşid ile konuşmak, ancak bir problemin çözümünde veya arzedilmesinde zaruret olan hususlar olduğunda normaldir. Bir rüyasını veya keşfini arzettikten sonra, konuşmamayı tercih eden mürşide, konuşması hususunda ısrar etmek edebe ters düşer. Ona gayba ait konularda sorular sormak ve konuşmasında diretmek de edeb dışıdır. Unutulmamalı ki, mürşid bu konularda konuşmaya izinli olmayabilir. Kendisi de bazı sebeplerden dolayı konuşmamayı tercih edebilir.
Mürid, mürşidine inanmalıdır. Onun işlerini tasdik etmelidir. Keramet izhar etmemesini veya az keramet göstermesini, aleyhinde bir durum olarak değerlendirmemelidir. Çünkü keramet göstermek daha faziletli olmaya delalet etmez. Daha faziletli olmayı gösteren esas sebeb yakîn ve irfan sahibi olmaktır. O halde yakîn ve irfan bakımından kimin derecesi daha üstün ise o daha faziletlidir. Keramet ise çoğunlukla zahid ve muhabbet sahibi olanlardan zuhur eder. Arif zatlar ise kerameti gizliliklerini açığa çıkaran bir hayz-ı rical[2] olarak görürler ve ona iltifat etmezler.
Cüneyd-i Bağdadî (k.s) şöyle demiştir: “Bir keramet olarak suda yürüyenler vardır. Fakat bunlardan daha yüksek dereceye sahip ve daha faziletli olup susuzluk içinde ahirete irtihal eden nice veliler de vardır.”
O halde mücerred olarak keramet, üstünlüğü gösteren yegâne sebeb değildir.
Mevlânâ Halid-i Bağdâdî (k.s), Risâle-i Hâlidiyye, sf. 44-45
____________________________________________
[2] Hayz-ı ricâl, Arapça, erkeklerin aybaşı hali anlamına gelen bir kelime…. Sufiler, keramet göstermeyi bir kadının aybaşı kanı gibi çirkin ve kaçınılması gereken bir durum olarak görürler. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 338-339