Başlığa bakınca “Nefsin iman etmesi nasıl olur? İnsanın iman etmesi, nefsinin iman etmesi değil midir?” diye akla gelebilir. Ancak durum öyle değil. Çünkü nefsin inkârıyla beraber kalp pekâlâ da iman etmiş olabilir. Fakat “kâmil mümin” olmak için bu yeterli değildir.
Malumdur ki dinimizin kuldan istediği en önemli şey, gayba inanmasıdır. Gayb, insanın tecrübe veya duyularla öğrenemediği, ancak Kur’an veya hadislerin haber vermesiyle bilinebilen gerçeklerdir. Gaybın bir de bildirilmeyen tarafı var ki onun bilgisi sadece Cenab-ı Hak katındadır. O’ndan başkası bilemez. İşte mümin, gayba inanan kimse demektir. Bir başka anlatımla, kendisine bildirilen fakat duyularıyla vâkıf olamadığı hususlara şüphe ve tereddüt gütmeden inanan kimse mümin olarak nitelendirilir.
Bu iman ya taklidî olur ya tahkikî. Eğer mümin delil ve araştırmaya ihtiyaç duymadan, Kur’an’daki hakikatleri tefekkür etmeden, sadece yaşadığı ortamdan etkilenerek, ailesinden ve çevresinden duyup gördüğü gibi inanmışsa taklidî iman sahibidir. Eğer inandığı şeylerin delil ve araştırmasını yaparak yahut Kur’an’daki hakikatleri tefekkür ederek inancını takviye etmişse, o zaman da tahkikî iman sahibidir. Tahkikî iman sarsılmaz şekilde gerçekleşen imandır. Buna istidlalî iman da denmiştir. Bu itibarladır ki, tahkikî iman taklidî imandan daha faziletlidir.
Kâmil Mümin Olmak İçin
Ancak her ikisinden de önemli olan bir husus var ki o da “iman-ı kâmil”e ulaşmaktır. Bir mümin araştırıp incelemek suretiyle gaybî delillere kalben inanmış, böylece tahkikî imana ulaşmış olabilir belki, ama bu onun kâmil manada iman ettiğini göstermez. Çünkü kâmil mümin olabilmek için imanı sûrîlikten (şeklî olmaktan) kurtarmak gerekir.
O da emmare nefsin mutmainne makamına ulaşmasıyla; bir başka deyişle, nefs unsurunun inkârdan imana dönmesiyle meydana gelir. Böyle iman, tasavvuf erbabı tarafından “yakînî iman” diye nitelendirilmiştir.
Havassın yani ariflerin imanı “yakîn” mertebesinde bir imandır. İsmail Hakkı Bursevî k.s. diyor ki: “Havassın imandaki mertebesi, iman-ı iyânî (ihsan derecesindeki iman)dir. Şöyle ki: Allah sıfatlarından biriyle kuluna tecelli edince, kulun vücudundaki bütün uzuvları Allah’a teslim olur.
Böylece daha önce kalbi ile inandığı şeyi nefsi inkâr ediyorken, artık bütün zerreleriyle iyân (ihsan) derecesinde iman etmiş olur. Cenab-ı Hak dağa tecelli ettiğinde onu paramparça etti ve nefs Musa’sı baygın olarak yere düştü. Nefs bu makamda Musa a.s. yerindedir. Musa a.s. kendine geldiğinde; “Ben sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” (Araf, 143) dedi.” (Ruhu’l-Beyan, 4/308)
Sadece Kalbin İmanı Ahiret Kurtuluşu İçin Yeterli midir?
Yukarıda açıkladığımız üzere kâmil imana, ancak nefs canavarına iman şerbeti içirilerek varılabilir. Fakat Cenab-ı Hakk’ın merhameti o kadar geniş ki, sadece kalbin imanı demek olan sûrî imanı ahiret kurtuluşu için yeterli görmüştür. Akaid kitaplarımızda mukallidin imanının kâfi ve makbul olduğu bildirilmiştir. Nitekim İmam-ı Rabbanî hazretleri k.s. bir mektubunda; “İmanın sureti, Allah Tealâ’nın şefkat ve merhametinin kemalinden dolayı uhrevî kurtuluş için yeterli gördüğü şeydir. Bu da kalbin, nefs-i emmarenin inkâr ve direnişiyle beraber tasdikidir.” (Mektubat-ı Rabbanî, 3/448) diye yazmaktadır.
İnsanın nefsi inkâr ediyor olsa da kalbi inandıktan sonra yine de iman etmiş sayılır. Bu bile mümin olmak için yeterlidir. Ancak imanın kemali için kalbin imanıyla birlikte nefsin de iman etmesi gerekmektedir.
Nefs Terbiyesinin Önemi
Bu noktada nefs terbiyesi büyük önem arz etmektedir. Zira terbiye edilmemiş nefs, eğitilmemiş yırtıcı hayvana benzer. Nasıl ki böyle bir hayvan yakınındaki insan için potansiyel bir tehlike ise, terbiye edilmemiş nefs de mümin için aynı durumdadır.
İman zırhına bürünmemiş nefis, inkâr oklarına karşı fazla dayanamaz. Çünkü Yusuf Aleyhisselam’ın da buyurduğu gibi “Nefs, Rabbimin esirgemiş olduğu dışında muhakkak ki daima kötülüğü emredicidir.” (Yusuf, 53)
Dolayısıyla nefsin imanı için atılacak en önemli adım nefs terbiyesidir. Bu terbiyenin en etkili metotlarla yapıldığı yer ise tasavvuf okuludur.
Bu arada ibadetleri hakkıyla eda ederek imanın hakikatine, yani yakîne ulaşılacağı da unutulmamalıdır. Zira İmam Rabbanî hazretleri k.s. diyor ki: “İnsanın yaratılışındaki maksat, kendisine emredilen ibadetleri yerine getirmektir. İbadetlerin edasından maksat da iman hakikati demek olan yakîni elde etmektir.” (Mektubat-ı Rabbanî, 1/394)
İmam-ı Rabbanî k.s., ibadetin yerine getirilmesinden önce gelen imanın “yakîn” diye tabir edilen iman olmadığını, bilakis imanın sureti olduğunu söylemiş ve bununla bağlantılı olarak, “Ey iman edenler, iman ediniz…” (Nisa, 136) ayetini delil getirerek: “Bu ayet-i kerimenin manası, ‘Ey şeklen iman edenler, emredilen ibadet vazifelerini yerine getirerek hakikaten iman ediniz’ demektir.” demiştir.
Kâmil İmana Duyulan İhtiyaç
Tüm bunlar gösteriyor ki, inkârın yüceltildiği, manevî bağların gönüllerden koparılmaya çalışıldığı günümüz dünyasında kâmil imana, dolayısıyla bu imanı kazanmanın en önemli yolu olan tasavvufa her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır.
Bugün buna daha çok ihtiyaç var, çünkü eskiden müslümanın ayağını kaydırabilecek, inancını etkileyebilecek, mümin uyuyup kâfir kalkmasına sebep olabilecek bu kadar inkâr propagandası, bu kadar şeytanî telkin yoktu.
Dolayısıyla bir insanın aile okulunda aldığı din ve iman eğitimi o zamanlar yeterli görülebilirdi. İmanı ve İslâm’ı taklidî de olsa yaşaması normal karşılanabilirdi. Zira bulunduğu çevre sürekli iman ve maneviyat telkin etmekteydi. Öyle bir çevrede inkâr tehlikesi çok azdı.
Bir de günümüze bakalım. İnsan ve cin şeytanlar her adıma ağ kurmuş, inançlı halkın maneviyatını bozmaya çalışıyor. İşte bu zamanda nefsi terbiye ederek onun da imandan nasiplenmesini sağlamak, böylece iman kalesini sağlamlaştırmak, adeta zorunluluk teşkil ediyor.
Zira kemale ermemiş iman kurşun kalemle yazılmış yazı gibidir. Üzerinden silgi geçtiğinde daha fazla dayanamaz, silinir. Ama kâmil iman öyle değildir. O adeta tükenmez kalemle yazılmış yazıya benzer. Silginin üzerinden geçmesi onu etkilemez.
Bizler de Rabbimiz’den böyle huzur-u kalp ve iman-ı kâmil dileriz.
___________________
Kaynak: Kürşad Salih Yaman, Semerkand Dergisi, Ekim 2011.