Buradasınız :  Roportajlar/ Tarikat Hakkında Bilinmeyenler
Kategori:
Röportajlar
21257 kez Okunmuş

Bir Kamil Mürşide Varmasan Olmaz


Mürşid-i kamil; Rasulullah’ın (s.a.v), Sahabe-i Kiram’ın yolunu takip edenlere tevdi edilmiş irşat vazifesini yüklenmiş kimsedir. Ona varis olan kamil mürşitler, Rabbani alimler de bütün beşeriyetin irşat ve ıslahı için görevlidirler. Bu büyükler, hiçbir ayrım yapmadan herkese ve her kesime ilahi daveti, iman, ihlas, takva ve güzel ahlakı tebliğ etmekle memurdurlar.

Ümmeti irşat edecek, onları doğru yola sevk edecek Rabbani alimler kıyamete dek olacaktır. Bu bir sünnetullah ve adetullahtır. Cenab-ı Allah kullarının hidayetini vesilelere bağlı kılmıştır. Vahyinin inişine Cibril-i Emin’i; dininin tebliğine Rasulü’nü vesile kılmıştır. Rasulullah (s.a.v) da bu vazifeyi sahabilerine tevdi ederek onları İslam beldelerine göndermiştir. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz de Rasulullah’tan (s.a.v) ve onun irtihalinden sonra Çehar Yar-i Güzin elinden devraldıkları irşat bayrağını, Yemen’den Hazar’a, Çin’den İspanya’ya kadar taşımışlar ve bayrağı bir sonraki nesle, varislerine tevdi etmişlerdir. İrşat ve tebliğ bayrağı, kıyamete kadar onun varisleri olan salih kimselerin elinde taşınacaktır.


Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v) “Sizden üç kişi sefere çıkacağı zaman aranızdan birini rehber, imam tayin edin” (Ebu Davud, Cihad, 87) hadisinin esası üzerine ve yine Peygamberimiz’in (s.a.v) dünya hayatının bizatihi kendisinin bir yolculuk olduğunu tarif etmesine bağlı olarak ümmetin içinde, dar-ı faniden dar-ı ebediye yapılan bu yolculukta, bir rehber edinilmesinin elzem olduğu beyan edilmiştir.

“Gönül nazargah-ı ilahidir” buyuruyor büyükler. Efendimiz’in (s.a.v) “Allah sizlerin ne suretlerinize ne mallarınıza bakar. O sadece sizin kalplerinize bakar” ifadesiyle ilahi muhabbetin ve marifetullahın yeri kalptir. Hakiki manada nazargah-ı ilahi mürşid-i kamillerin kalbidir. İlahi tecelli sonucu o insan-ı kamilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar. Mürşid-i kamil, bundan başka bazı veraset sıfatlarını da taşır. Evliyanın büyüklerinden Ebu Said Ebu’l-Hayr, Esraru’t-Tevhid adlı eserinde mürşid-i kamilin özelliklerini şöyle saymıştır: “Örnek olmalı, yolu bilmeli ve bu yolda yürüme tecrübesine sahip olmalıdır. Müeddib ve mürebbi olmalıdır. Cömert olmalı, cimri ve tamahkar olmamalıdır. Sözden ziyade işaret, nazar ve ima ile terbiye etmelidir. Müridi yumuşaklıkla terbiye etme imkanı bulduğu müddetçe öyle terbiye etmelidir. Emrettiğini önce kendisi yapmalıdır. Yasakladıklarından önce kendisi sakınmalıdır. Mürşid-i kamil ehl-i sünnet akidesine sahip olmalıdır.”

İşte bu ve burada sayamadığımız pek çok özelliklerinden ötürü aklıselim sahibi kimseler; bu çetin yolda kendilerine rehber olmaları için zamanlarındaki kamil velilerin kapılarına gitmişler, onların eteklerini son nefeslerine kadar bırakmamışlardır. Mürşidi dünyadaki her nimete tercih etmişlerdir. Hatta ilimde derinleşmiş müçtehit imamlar dahi zamanlarındaki salihlerle beraber olmayı ihmal etmemişler, İmam Gazali’nin (rh.a) ifadesiyle, mektebe yeni başlayan çocuk misali dizlerinin dibine oturmuşlardır.

İmam Gazali (rh.a) şöyle demiştir: “Zahir alimlerden vera, takva sahipleri; batın alimlerinin (ehl-i tasavvufun) üstünlüğünü itiraf etmişlerdir. İmam-ı Şafii (rh.a) aslen ümmi, fakat gönlü ilm-i ledün ile dolu Şeyban-i Rai (k.s) gibi bir zatın önünde, mütevazı bir tavır içinde bulunur ve teveccüh için beklerdi. Hatta İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a) ‘Ey İmam-ı Şafii! Şeyban-i Rai (k.s) gibi bir ümmiye (bedevi) karşı neden bu kadar tevazu gösteriyorsunuz?’ diye sorduğunda, İmam-ı Şafii (rh.a) ‘Ey İmam! Bizim ilim ve iman konusundaki sözlerimiz bu zatta fiilen yaşanılan bir hal ve davranış şeklinde tezahür etmiştir’ diye cevap vermiştir. Hatta İmam Ahmed b. Hanbel (rh.a), imtihan etmek ve ilmi seviyesini ölçmek maksadıyla, Şeyban-i Rai’ye (k.s) fıkhi meselelerden birkaç soru sormuş, aldığı ince cevaplar karşısında hayret etmekten kendini alamamıştır.” (Gazali, İhya, I, 21)

Yine imamlardan Ahmed b. Hanbel (rh.a) ile Yahya b. Main (rh.a) kendileri kadar ilimde derinleşmemiş, fıkhı ve diğer şeri ilimleri kendileri kadar bilmeyen, evliyanın büyüklerinden Maruf-ı Kerhi’nin (k.s) yanına zaman zaman giderek sorular sorarlardı. Bunda şaşılacak ne var ki diyor İmam Gazali Hazretleri (rh.a) ve ekliyor: “Bir gün Rasulullah Efendimiz’e (s.a.v), ‘Ya Rasulallah, cevabını ne Kur’an’da ne de sünnet-i seniyyede bulamadığımız bir mesele ile karşılaşırsak ne yapalım?’ diye sorduklarında, Nebi (s.a.v)  ‘O zaman siz de salih kimselere sorar ve işlerinizi onların istişaresine bırakırsınız’ buyurmuştur. Bu sebepten ötürüdür ki ilim erbabı (ulema-i zahir), mülkün ve yeryüzünün süsü; ulema-i batın (salihler, veliler) ise göklerin ve görünmeyen alemin (melekutun) süsüdür, denilmiştir.” (Gazali, İhya, I, 22)

Yunus Emre bir şiirinde şöyle diyor:
 
Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen,
 
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.

Rasulün cemalin göreyim dersen,

Bir kamil mürşide varmasan olmaz.

Niceler gittiler mürşit arayı,

Arayanlar buldu derde devayı,

Bir kez okur isen aktan karayı,

Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
 

 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir