Günümüz araştırmalarında sema için “tasavvuf musikisi” kavramı kullanılıyor. Kanaatimizce problem daha buradan başlıyor. Musiki en genel tanımıyla seslerin kulağa hoş gelecek şekilde meydana getirilip sunulmasıdır. Duygularını ve düşüncelerini sözlerle ve seslerle anlatabilen insanoğlu için musikinin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. İslam toplumlarında yüzyıllar boyunca tartışılmış, hakkında müspet ve menfi pek çok şey konuşulup yazılmıştır. Tasavvuf literatüründeki önemli kavramlardan olan sema da musiki kavramıyla bağlantılı olarak bu tartışmalardan nasibini epey almıştır.
Tasavvufi hayatın sistemleşme sürecinde ilk dönem zahitlerinin şiddetle musikiye karşı çıktığı görülür. Yeme, içme, konuşma gibi mubahlarda dahi nefsi sınırlamaya özen gösteren zühd ehlinin hakkında şüphe bulunan bir hususta böyle bir tavır almaları kolayca anlaşılabilir. Bu dönemde Fudayl bin İyaz’ın “Müzik zinanın oynaşıdır”[1] sözü meşhurdur. Bu söz müziğin işret meclislerinde kullanılması, zina gibi hemen terk edilememesi gibi durumları anlatmaktadır.
Sema kelimesinin ortaya çıkışı
Hicri ikinci asırdan sonra -zühd döneminden tasavvuf dönemine geçildiğinde- büyük sufiler yeni bir takım ıstılahlar kullanmaya başladılar. Tasavvuf literatüründeki fena, beka, sekr, sahv gibi bazı önemli kavramlar bu dönemde ortaya çıktı. “Sema” da bu dönem ortaya çıkan kavramlardandı. Kelime olarak işitmek, dinlemek, güzel söz, işitilen söz manasına gelir. Ancak sufilerin birçok kelimeyi lügat manasından farklı olarak kendi anlayacakları manalarda kullandıkları bilinmektedir.
Sema sufilerin ıstılahında hak yolcusunun kendine gelen varidatı işitmesi ve kalbine aktarması olarak tarif edilir. İlk dönem sufilerinden Zünnun-u Mısri k.s. ’nun (ö.245) sema tarifi şöyledir: Hak’tan gelen bir manadır ve kalpleri Hakk’a çevirir.[2] Böylece semanın müzik gibi işitme duyusunu içinde bulundurmasına rağmen eğlence müziğinden çok farklı bir mana ve iklim taşıdığı kolayca görülür.
Bununla birlikte semada ilahi ve kasideler gibi nağme ve teğannilerin de payı hiç yok değildir. Bunu Ebu Süleyman Darani k.s.’nun (ö.215) sema hakkındaki şu görüşlerinden anlayabiliriz: “Şüphesiz ki güzel ses kalpte bulunmayan bir şeyi kalbe sokmaz. Sema kalpte bulunan şeyi harekete geçirerek açığa çıkartır.” Ebu Süleyman Darani k.s. (ö. 215) burada sufilerin sohbet meclislerindeki ilahi ve kasidelerden bahsetmektedir. İlk dönem sufileri ilim, zikir, sohbet için sık sık bir araya gelmişlerdir. Bu meclislerde zaman zaman “kavval” isimli kasideciler ilahi muhabbete yönelik manalı sözleri güzel sesleriyle nağmelemişler ve meclistekilerin kalplerini coşkuya getirmişlerdir. Hak yolcuları böyle meclislere vecde gelip sema etmişlerdir.
Semanın delili
Sufiler için, Efendimiz s.a.v’in Allah’ın kelamını işittiğinde aldığı hal semanın delilidir. Efendimiz vahye muhatap olduğunda, ayeti kerime okuduğunda veya dinlediğinde bazen ağlamış, bazen titremiş, bazen neşelenmiştir. Kuran’da “Biz senin sadrını genişletmedik mi” buyrularak kalbinin ve sadrının vahye evvelce hazırlandığı buyrulan Allah Resulü, vahyin azameti karşısında bu halleri yaşamıştır. Bu ve benzeri sahabede de görülen haller Rahmani şeylerin işitilmesinde halin ve hareketlerin değişebileceğini gösterir. Sufilerin seması da -vahiyle kıyas edilemeyecek olsa da- tamamlanmış olan vahiyden pırıltılar ve ışıltılar taşıyan ilahi manaların ağırlığı sebebiyle gerçekleşir.
Sufiler için kaside ve ilahilerin dışında sesle ilgisi olmayan tabii olaylar, manevi hakikatler, sırlar, niyetler, müşahadeler de bir çeşit semadır- varidatın işitilip kalbe indirilmesine vesile olan şeylerdendir-. Bunlarla da semanın meyvesi gerçekleşir. Semanın meyvesi vecd ve cezbedir. Örneğin Hz. Mevlana çarşıda bulunduğu bir sırada kuyumcuların çekiç seslerinden ilahi bir tesir almış ve kendisini kaybederek vecd halinde dönmeye başlamıştır. Vecd/cezbe hali kişinin kendini kontrol altında tutmasını zorlaştırabilir. Sema neticesinde vecd hali yaşayan bir sufi kendini istem dışı hareket ettirebilir, kendinden geçip kontrolünü kaybedebilir, ayakta dönebilir. Vecdin ardından yaşanılan hal ve yapılan hareketler de semanın neticesinde meydana geldiği ve semaya bitişik olduğu için sema ismiyle anılmıştır. Böylece semanın meyvesi vecd iken vecdin tezahürü de semadır denilebilir. Bunu sufinin kalbine gelen mananın taşması olarak düşünebiliriz.
Efendimiz s.a.v. ilahi vahiy anında yaşadıklarını vahyin dışındaki söz ve manalarda yaşamamıştır. Bu sebeple sufiler için hareketli sema hedef değil haldir. Aşılması gereken bir mertebe olarak görülmüştür. Dışardan gelen ses ve nağmelerden haz alacak mertebeyi aşan büyük sufilerin kalpleri ise her daim Hakk’a dönük olduğundan daima huzurdadırlar ve semaları da sünnete mutabık olarak hareketsizdir.
Tasavvuf yolunun en önemli eserlerinden birisi olan Kuşeyri Risalesi’nde nakledilen şu olay bu hali anlatmaktadır: Cüneydi Bağdadi ve bazı önemli sufilerin bulunduğu bir mecliste, meclistekiler vecde gelmek suretiyle ayağa kalkarlar. Cüneyd k.s. oturmaya devam eder. Cüneydi Bağdadi’ye “Efendim, sizde sema için bir hareket yok’ diye sorulur. O da cevaben Neml suresindeki şu ayeti okur: “Sen dağları yerinde durur olarak görürsün. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedir.”[3] Cüneydi Bağdadi’nin seması ulaştığı makamda hareketsiz gerçekleşmiştir. Bu hal batıni/ilahi/ruhani sema gibi isimlerle adlandırılmıştır. Batıni sema ehli sufiler ilim ve halleriyle insanları irşad etmek, sema ve diğer tasavvufu adabın hakikatini ve adabını dervişlere öğretmek için zikir ve sohbet meclislerinde sema yapanların arasında bulunmaya devam etmişlerdir.
______________________
[1] Gazali, İhya, c.2.s.283.
[2] Hücviri, Keşfu’l-Mahcub,s.558.
[3] Neml,27/88.