Geçen bölümün devamı…
Süleymaniye
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri o yıl hac ibadetini tamamladı. Memleketi Süleymaniye’ye döndü. Talebeleri ile derslerine yine başladı. Ancak gönül dünyasındaki aradığı huzuru hâlâ bulamamıştı. Süleymaniye’de geçirdiği bu yıllar, arayışın belki de sonuçlanan ilk basamakları olacaktı. Yol uzundu, ufuklar ötesi bir dünya vardı. Bu da tasavvuf ilminin konusuydu. Özündeki gani gönüllülük ve büyük gayret, yolunu aydınlatan bir kandilden de öteydi. Belki rahmânî bir nurdu veya ilâhî bir ikramdı.
O günlerde Süleymaniye’ye Mevlânâ Muhammed Derviş Azîmâbâdî adında bir mürşid-i kâmil geldi. Bu zat, Delhi’den geliyordu. Yıllarca tasavvuf terbiyesi görmüş ve sonunda mürşidinin izni ile irşada başlamış kâmil bir veliydi. İnsanları irşad etmek üzere Buhara’ya uğramış, Şah-ı Nakşibend hazretlerini ziyaret etmişti. Süleymaniye’ye gelene kadar, bütün Mâverâünnehir bölgesini ve Horasan’ı dolaşmış, pek çok insana tasavvufî şevk ve heyecan kazandırmıştı. Şimdi de bir süre Süleymaniye’de kalacaktı.
Mevlânâ Muhammed Derviş Azîmâbâdî hazretleri Süleymaniye’ye geldiğinde henüz genç denilecek biriyle karşılaştı. Bu delikanlının babası, Hz. Osman Efendimiz’in (r.a) torunlarındandı ve halk arasında Mîkâil Osmanî adıyla bilinirdi. Altı parmaklıydı. Annesinin nesebi ise Ehl-i beyt’e kadar uzanıyordu. Henüz yirmi yaşlarındaki bu genç, Süleymaniye’deki medresenin müderrisi ve dönemin Süleymaniye’deki Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi sıfatıyla gelen misafiri karşılamıştı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri misafire izzet ve ikramda bulundu. O zamanlar halk onu “Şeyh Hâlid” diye tanıyordu. Şeyh Hâlid, öteden beri içinde sakladığı niyetini, Süleymaniye’ye gelen mürşid-i kâmil Muhammed Derviş Azîmâbâdî hazretlerine açtı:
“İçimde bir eksiklik var, bir mürşid-i kâmil arıyorum. Ancak bugüne kadar gönlümü dolduracak kâmil bir zat bulamadım. Bana ne yapmamı tavsiye edersiniz?”
Mevlânâ Muhammed Derviş Azîmâbâdî hazretleri,
“Delhi’de bir Allah dostu var, zamanın gavsıdır, kutb-ı ekberdir, gavs-ı âzamdır. Dilersen seni onun dergâhına götüreyim. Bir defasında ben onun, ‘Bu topraklara Anadolu’dan bir âlim gelecek!’ dediğini işitmiştim. Ümit ederim ki, o kişi sen olursun” dedi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri o anda içinde bir gönül huzuru hissetti. Mevlânâ Muhammed Derviş Azîmâbâdî hazretlerine sevgiyle sarıldı. Süleymaniye’de bulunduğu sırada ona çok hizmet etti. Bir müddet sonra da birlikte Delhi’ye doğru yola çıktılar.
Mevlânâ Muhammed Derviş Azîmâbâdî hazretleri, Allah’ın seçkin kullarındandı. Açık sözlüydü. Kimsenin kınamasından korkmaz, krallar, sultanlar ve komutanların huzurunda bile cesaretle konuşurdu. Nice beldeler dolaşmıştı. Pek çok insan ondan etkilenmiş ve tasavvufa yönelmişti. Nihayet Buhara yakınlarındaki yerleşim yeri Medine-i Hadra’nın (Keş, bugünkü adı Sebez) yöneticisi tarafından zehirlenerek şehid edilmiş, hayatını da bu yolda feda ederek şehid olmuştu.
Mânevî Etkileşim (Tasarrufat)
1224 (1809) yıllarıydı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri 1224 (1809) yılında gönlündeki mürşidi bulmak üzere üzere Hindistan’a gidiyordu ve bu yolculuğa çıkarken şöyle diyordu:
“Maksudum vuslatımdır
Ona varana kadar bütün zorlukları seveceğim
Uzakta olsa aradığım,
Onları buluncaya kadar sabredeceğim.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Süleymaniye’den ayrılınca Rey, Medine-i Hadra (Keş), Bistâm, Harakân, Nîşâbur, Tûs, Câm, Herat, Kandehar, Peşâver, Lahor üzerinden Delhi’ye yaklaştı. Delhi’nin o zamanki adı saltanat merkezi olan Cihanâbâd idi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, yol boyunca pek çok âlimle tanışmış, âhirete irtihal etmiş kâmil velîleri ziyaret etmiş, onların merkadı başında şiirler dile getirmiş, kıyısı görülmeyen bir umman olarak coşup âdeta taşmıştı. Hatta Herat’ta bütün âlimler onu yolcu ederken şehrin bir mil kadar dışına çıkarak uğurlamışlardı. O arkasına bakmadan, sessizliğin sessizliğinde, aslan yüreğinin bile korkacağı ıssız dağlıkları aşarak Kandehar ve Kâbil’e gelmiş, şimdi de âlimler diyarı Peşâver’e ulaşmıştı.
Medrese âlimlerinin yıllardır uyguladığı bir geleneği vardı; gelen âlimleri soru yağmuruna tutarlardı. Peşâver’de de âlimler Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin katıldığı bir toplantı düzenlediler. Özellikle Şiî mezhebinin tesiri altında kalmış ve münazarayı çok seven âlimler tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi temel İslâmî ilimlerde kendisine pek çok soru sordular. Şiî âlimler örneğin,
“Peygamberlerin günahsız oldukları hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorunca, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri,
“Hepsi masumdur” dedi ve, “Allah seni affetti” (Tevbe 9/43.) meâlindeki âyeti okudu.
Şiîler Hz. Ebû Bekir Efendimiz’i (r.a) sevmezlerdi. Bu yüzden onun hakkındaki düşüncelerini sorduklarında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onları,
“Allah’ın razı olduğu bir zat hakkında sizler neden memnun olmuyorsunuz” diyerek susturdu. (*)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ardı arkası kesilmeyen sorulara bir bir cevap verdi. Peşâver’in seçkin âlimleri anladılar ki bu zat, İslâmî ilimleri önüne katmış, muhabbet ile sel olup taşmış, bilgisiyle sağanak olup taşmıştı. Ama kendisinde hiç büyüklenme belirtisi (kibir) yoktu, tevazu vardı, kalpleri kırmadı, sevgiyle örülü nice gönüller kurdu, Peşâverliler kendisine hürmet ettiler, izzet ve ikramda bulundular ve birkaç gün sonra da onu yolcu ettiler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri kendisini irşad edecek mürşid-i kâmilin, Kâbe’deki zatın dediğine göre bu bölgede olduğuna inanmıştı. Her an onunla karşılaşması mümkündü. Kimdi ve neredeydi? Bu yüzden rastladığı âlimlere ve velîlere karşı tevazu ve edepten asla taviz vermiyordu. İlâhî irade ise onu her yerde koruyor, mânevî bir kuvvet sanki onu irşada doğru çekiyordu. Yaşadıkları ile bu duruma, hem zâhir hem de bâtında tanık oluyordu.
Lahor’a geldi. Burası Hindistan ile Pakistan’a sınırdı. Aynı zamanda bölgenin kültür ve sanat merkeziydi. Lahor’da Abdullah-ı Dihlevî hazretlerinin mürşidi Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hazretlerinin halifelerinden Mevlânâ Şeyh Muammer Senâullah hazretleri vardı. O da Abdullah-ı Dihlevî hazretleri ile aynı şeyhin halifesiydi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bu zatın dergâhında birkaç gün kaldı. Orada geçirdiği günleri kendisi şöyle anlatıyor:
“O gece rüyamda Mevlânâ Şeyh Senâullah hazretlerini gördüm. Beni kendisine doğru çekiyordu. Ancak o tarafa doğru gitmek içimden gelmiyordu, direniyordum...
Ertesi gün, gördüğüm rüyamı kendisine anlatacaktım ki bana,
‘Delhi’ye gitmelisin. Orada kardeşimiz Abdullah’ın hizmetine gireceksin. Sana vaad edilen emanet onun yanında gerçekleşecektir’ dedi.
Onun sözlerinden şunu anladım: Her ne kadar beni Mevlânâ Şeyh Senâullah hazretleri yetiştirmek istemişse de, efendim Abdullah-ı Dihlevî hazretlerinin mânevî tasarrufatı daha üstün gelmişti. Allah’a hamdettim.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Delhi’ye ulaştığında yüzlerce kilometrelik mesafeyi, onlarca şehri ve tam bir yılı geride bırakmıştı.
Mürşidine karşı sevgi ve aşk hali arttıkça artmıştı. Karşı konulamaz bir vaziyet almıştı. Artık Abdullah-ı Dihlevî hazretlerinin, “Anadolu’dan bir âlim gelecek” diye müridlerine müjdelediği, geleceğin mürşid-i kâmili Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin gönül dünyasındaki nur ziyadesiyle parlamıştı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleriartık mürşidinin öteden beri almakta olduğu rahmânî nefesini hissetmekten de öte yaşadığını yansıtıyor ve onun dergâhına varmaya kırk konak kala şöyle diyordu:
Ulaştırdı beni gayelerin yücesine
Maksadım ulaşmaktı, mürşidlerin mürşidine
Nurlandıran ufku, battıktan sonra
Gafletten kurtaran hidayet caddesine
…
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Abdullah-ı Dihlevî hazretlerinin dergâhında bir yıl kaldı. Hizmet ve zikir neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Mürşidinin hizmetine koşan nice müridler vardı; ama o, Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini küçük büyük her türlü hizmete koşturdu. Onun nefsine ait iddia, arzu ve istek ne varsa aldı götürdü. Geride tek şey kaldı; Hâlid-i Bağdâdî hazretleri...
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir yıl içinde eşine az rastlanır bir mürid oldu. Tasavvufî terbiyenin en girift mertebelerini aştı, nurlu müşahede âlemine ulaştı, velâyet makamlarına kavuştu. Allah’ın ona ikram ettiği ulvî mertebeleri mürşidi Abdullah-ı Dihlevî hazretleri müşahede edince, kendisine beş tarikatın irşad metodunu öğretti. Nakşibendî, Kâdirî, Kübreverdî, Sühreverdî ve Çiştî tarikatına göre mürşid-i kâmil oldu.
____________
(*) Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in (r.a) yaptığı fedakârlık övülmekte ve, “...Ancak yüce rabbinin rızâsını kazanmak için malını infak edenler, yemin olsun ki razı olacaktır” (Leyl 92/30-31) buyurulmaktadır. Müfessirler bu âyeti yorumlarken, “Kul Allah’tan razı olunca Allah da ondan razı gelir” diyerek Hz. Ebû Bekir Efendimiz’den (r.a) bahsedildiğini söylemişlerdir (bk. Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 7/5880) (haz.).
Kaynak: Altın Silsile