O, Hz. Peygamber s.a.v.’in ahkâm ilmine de esrar ilmine de vâris olan büyük bir âlimdi. Bu vasfı ve hizmetiyle Efendimiz s.a.v.’in iki müjdesine birden mazhar oldu. Ulema onun hem şeriatla tarikatı birleştirdiği için “sıla”, hem dini aslına çevirip yeniden canlandırdığı için “müceddid” olduğuna hükmettiler.
Peygamber vârisi bir âlim
Serhend’de kendisine gelenleri nasihatle, ders ve sohbetleriyle; uzaklarda bulunup gelemeyenleri ise mektuplarıyla, gönderdiği halifeleriyle irşat etti. Yaşanan karmaşa ve bozulma devlet politikasının sonucu olduğu için yönetimde söz sahibi kimselerle özellikle ilgileniyordu. Saltanatın dini tahrif manasına gelen uygulamalarına açıkça karşı çıktı. Devlet ricaline karşı tavizsiz fakat yapıcı bir tutumla şeriat hükümlerini ve iman esaslarını savundu. Israrla Kur’an ve Sünnet’in vazgeçilmezliğini anlattı.
Bir yandan da sufilik adına şeriat çizgisinden sapan anlayışlarla mücadele ediyordu. “Hakikati şeriatın dışında arayan yahut şeriatı önemsiz, ihmal edilebilir bir şekil gibi gören sufilik, bir serabın peşinde koşmaktır ve sonu hüsrandır.” buyurdu. Keşif ve ilhamın ayetlere, sünnete, Ehl-i Sünnet alimlerinin içtihatlarına uygun olmaması halinde asla bir kıymet ifade etmeyeceğini söyledi.
Tasavvuf bir hâl ilmiydi. Söze dökülmek istendiğinde yanlış anlamalara yol açıyordu ve o çağda böyle yanlış anlamalar, kafa karıştıran tartışmalar çoğalmıştı. İmam-ı Rabbanî tasavvufun vahdet anlayışı gibi, seyr ü sülûk mertebeleri gibi netameli meselelerini eşi görülmemiş bir sarahatle izah etti, bunları şeriat dairesi içinde yerli yerine oturttu. İlim, iman ve amel olmadan batınî sırların peşine düşmenin, bunları izaha yeltenmenin tehlikelerine dikkat çekti.
Böylece büyük yıkımlara sebebiyet verecek bir fitne ateşini söndürüp, tahrif edilen iman esaslarını canlandırdı. İslâm’ı yeniden aslına döndürerek hayata hakim kıldı. O, Hz. Peygamber s.a.v.’in ahkâm ilmine de esrar ilmine de vâris olan büyük bir âlimdi. Bu vasfı ve hizmetiyle Efendimiz s.a.v.’in iki müjdesine birden mazhar oldu. Ulema onun hem şeriatla tarikatı birleştirdiği için “sıla”, hem dini aslına çevirip yeniden canlandırdığı için “müceddid” olduğuna hükmettiler.
Bilindiği üzere “birleştirici” manasına gelen “sıla”, İmam Suyûtî’nin naklettiği, “Ümmetimden Sıla isminde biri gelecek, onun şefaatiyle çok kimseler cennete girecektir.” mealindeki bir hadis-i şerifte geçmekte; müceddidlerin ise bu defa Ebu Davud’un Sünen’inde yer alan başka bir hadis-i şerifte “Her yüz senenin başında gelecek (ve ümmetin dinini bid’atlerden arındırıp aslına çevirecek) yenileyiciler” olduğu haber verilmekteydi. İmam-ı Rabbanî üstelik ikinci bin yıl için yenileyici olarak vazifelendirilmişti ve bu sebepledir ki o “müceddid-i elf-i sânî” idi.
Celâl tecellisi
İslâmî esasların hayata ve idareye yön vermeye başlaması bazı çevrelerin adaletsizlik üzerine kurulu düzenlerini bozdu. Bunlar, İmam-ı Rabbanî’nin tasavvufun inceliklerine dair söz ve yazılarıçarpıtıp onun Ehl-i Sünnet itikadından uzaklaştığı iddiasını yaydılar. Böyle meseleleri kavrayacak birikimi olmayan Cihangir Şah, Hz. İmam’ı yargılayıp hapse atmak için bu iddiaları fırsat bildi. Çünkü epeydir onun saraydaki nüfuzundan rahatsızdı. Mevki ve itibarlarını kaybedeceklerinden korkan bazı yöneticiler, Şah’ı, “İmam-ı Rabbanî’nin saltanatı ele geçireceği” yalanına inandırmışlardı.
Cihangir Şah, bir çeşit yargılama için İmam-ı Rabbanî’yi huzuruna çağırdı. Önünde secdeye kapanmasını istediyse de Hz. İmam bunu şiddetle reddetti. İnançları, düşünceleri, metotları hakkındaki bütün itiraz ve suçlamalara tek tek cevap verip kendisini sorgulayan herkesi susturdu. O kadar ki, görevi icabı mecliste bulunan bir Hindû komutan, İmam-ı Rabbanî’nin savunma maksadıyla söylediği sözlerin tesiriyle hemen orada müslüman oldu. Cihangir Şah’ın da söyleyecek bir sözü kalmamıştı. Özür dileyip Hz. İmam’ı göndermek istedi fakat menfaati zedelenen yakın çevresi, “Bunun adamları çok, sözleri her yerde geçerli. Bırakırsak ülkede karışıklık çıkarır.” diyerek sultanı vazgeçirdiler. İmam-ı Rabbanî, sultana secde etmediği ve İslâm’a uymayan fikirlerini mektuplarıyla yaydığı gerekçesiyle bir kalede zindana atıldı. Evine ve kitaplarına el konuldu, ailesi başka bir yerde mecburi ikamete tabi tutuldu.
Cihangir Şah’ın oğullarından biri Hz. İmam’ın bağlılarındandı. Ona yazdığı bir mektupta, zindanda öldürülebileceğini, babasının önünde eğilmesi halinde kendisini kurtaracağını söylüyordu. İmam-ı Rabbanî’nin hassasiyetini bildiğinden, zaruret zamanlarında sultanlar önünde secde etmeye ruhsat veren fıkıh alimlerinin fetvalarını da sıralamıştı mektubunda. Hz. İmam cevabında, “Bizim yolumuzda ruhsatla değil, azimetle amel edilir.” buyurdu. Allah’tan başka kimseye secde etmeyeceğini, eziyet ve ölümden korkmadığını, hiçbir gücün Allah’ın takdir ettiği eceli öne alamayacağı gibi geciktiremeyeceğini de söyledi. Üç yıla yakın hapiste kaldı.
Hadise dışarıdan bakınca böyle görünüyordu ama işin bâtın tarafında nice hikmetler saklıydı.
Sevgili’nin lütfu da hoş kahrı da
Velayet makamlarını birer birer aşarak derecesini yükselten İmam-ı Rabbanî, ancak bu mertebelerden geçenlerin vâkıf olabileceği bir irfanla, ulaşılabilecek zirvelere hâlâ varamadığının farkındaydı. Yazdığı mektuplarda, hapse atılmadan önce insanların eziyetleri karşısında “gassal elindeki meyyit gibi”, iradesini bütünüyle Allah’a teslim edemediğinden, afakî ve enfüsî alakalardan tam kurtulamadığından yakınıyordu. Böyle hallerden sıyrılıp üstün makamlara ulaşmak Celâl sıfatının terbiyesiyle mümkündü. Halbuki şimdiye kadar Cemâl sıfatıyla, hep okşanarak terbiye edilmişti. Bu sebeple zindana atılmayı Celâl tecellisine mazhariyet olarak görüp nimet bildi. Hakiki aşığa Sevgili’nin lütfu gibi kahrı da hoş gelmeli değil miydi? Mektup ve sohbetlerinde anlattığı üzere, “Dost, kendisini seveni, kendisinden başka her şeyden alakasını kesmiş halde” görmek isterdi. Rahatın rahatsızlıkta olduğu bu yüksek makamda, Hak aşığının nefsin arzularına uymadan mihnet ve ızdıraba koşması, devanın ta kendisiydi. Devlet, O’ndan ne gelirse razı olmaktı.
Bu hal içinde sabrederek, şükrederek, zikrederek, dışarıda ulaşamadığı ihsanlara nail oldu. Vefatından önce söylediği gibi, Cenab-ı Hak, bir insana ikram edilecek ne kadar manevi nimet varsa, hepsini vermişti ona. Öte yandan bulunduğu zindanı dergâha çevirmiş, hapisteki bütün gayri müslim mahkûmların gönlünü kazanarak onların hidayetine vesile olmuştu.
Hapisteyken kendisini kurtarmak için isyan etmek isteyen bağlılarına mani oldu. Onlara saltanat sahiplerini incitip öfkelendirmenin bütün müslümanlara zarar vereceğini, sultanın ıslahı için dua etmelerini, sabır ve mülayemetle davranmalarını söyledi. Bu tavır karşısında Cihangir Şah da sonunda hatasını anladı. Onu hapisten çıkardı, af diledi, sarayda kalıp kendilerini irşat etmesi ricasında bulundu. İmam-ı Rabbanî üç gün memleketini ziyaretten sonra, ümmetin selameti için bir müddet yönetim çevresine yakın durmayı uygun gördüğünden, tekrar saltanat merkezine döndü. Özellikle komutan ve askerlerin tasavvuf terbiyesinden geçmesi gerektiğini fark etmişti. Uzunca bir süre karargâhta kaldı. Sohbet ve dersleriyle burasını da bir tekke haline dönüştürmüştü.
Yolun sonu
Sahabe dönemindeki İslâm bir bahar gibi Hindistan coğrafyasını yeniden sarmış, kokusunu dünyanın dört bir yanına buradan ulaştırmıştı. İmam-ı Rabbanî’nin gönlü huzur içindeydi ama yorulduğunu hissediyordu. Yıllar süren mücadele vücudunu yıpratmış, son zamanlarda sık sık hastalanır olmuştu. Artık hiçbir şeye ilgisi ve meyli kalmamıştı. Dünya yolculuğunun sonuna geldiğini anladı. Serhend’de uzlete çekildi. Bütün vakitlerini zikirle geçiriyor, yalnızca vakit namazları ve Cuma namazı için dışarı çıkıyordu. Bir yıla yakın süren bu halin ardından miladî 1624’ün son günlerinde hicrî takvim hesabıyla 63 yaşında vefat etti. Ölmeden önce oğullarına ve talebelerine bir kere daha “Sünnet-i seniyyeye sıkı sıkıya sarılmalarını” tembihlemiş, elbiselerini fakirlere dağıtmış, kendisini ömür müddeti bakımından da Hz. Peygamber s.a.v.’e benzeten Cenab-ı Hakk’a şükürler etmişti.
Hayatı boyunca “Din nasihattir” hadis-i şerifi gereğince insanları irşat etti. Onlara dünyaya düşkün olmamalarını, dünyayı hakikaten olmasa bile hükmen terk etmelerini salık verdi. Yemekte, içmekte, giyimde, meskende zaruret fazlasını ve mübahları terk etmeyi “hakiki terk” sayıyordu. Bu hususlarda haram ve şüphelilerden sakınıp mübahları işlemeyi ise “hükmen terk” diye tarif etti.
Fıkıh alimlerinden bazılarının caiz, bazılarının mekruh dediği meselelerden, kerahet tarafını tercihle kaçınmayı öğütledi. Gönül darlığı çekenlere deva olarak Allah dostu mürşid-i kâmillerin sohbetini gösterdi. Zayi etmemek için vakti en kıymetli işlerlerle doldurmak gerektiğini, işlerin en kıymetlisinin ise insanın ve vaktin sahibine kulluk olduğunu söylerdi. İhsan sahibinin kapısını çalmak manasına gelen namaza çok önem verir, “İhsan sahibinin kapısı ısrarla ve usulünce çalınırsa mutlaka açılır.” buyururdu.
Geride Ehl-i Sünnet çizgisinde izleri tazelenmiş bir yol ve kitapları, mektupları, sohbetleri, dersleri ile bir hoş seda bıraktı. Allah sırrını mukaddes kılsın, bizi şefaatine nail eylesin.
Ali Yurtgezen - Semerkand Dergisi, Şubat 2013.