Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz
Her millete kendi içlerinden kendileri gibi bir insanın peygamber olarak gönderilmesinin hikmeti üzerinde düşünülmelidir. "Allah Teâlâ" kullarına kulluk görevlerini öğreten emirleri niçin toptan ve bir melek aracılığıyla değil de peyderpey ve "beşer" elçiler vasıtasıyla göndermiştir? Herhalde gelen emirlerin nazarî tarafı kadar amelî ve tatbiki tarafı da bulunduğu ve daima bir uygulayıcıya ihtiyaç olduğu için. Çünkü peygamberlerin yaptığı iş bir terbiye ve ahlakî eğitim işidir. Eğitim kâmil şahsiyetlerin, insanların eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı temsili etkidir. Bütün peygamberler ve özellikle bizim peygamberimiz (s.a.v.) "üsve-i hasene"; yani model şahsiyettir. Öyle olduğu içindir ki devamlı insanlar içinde bulunmaya; onlara örnek olmaya; söz ve fiil uygunluğu içinde onlara rehberlik etmeye çalışmıştır.
İrşad ve terbiye pratik bir uygulamadır. Güneşin altında meyveler nasıl farkına varmadan güneşten aldıkları gıda ile olgunlaşırlarsa aynı şekilde insanlar da çevresinde ve halkasında bulundukları güçlü şahsiyetlerin manevi ikliminde pişerler. Hz. Peygamber'in (s.a.v) irşad ve eğitim konusundaki vârisleri onun ilim, irfan ve ahlakına vâris olan âlimlerdir. "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" hadis-i şerifinde maddi verâsetten çok manevi verâset söz konusu olmaktadır. Manevi verâset, maddî ve malî verâset gibi miras bırakandan vârise kalan ve artık onun malı olan ruhî değerler, manevî haller ve ahlakî kemallerdir. Yoksa çıplak bilgi değildir.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) tebliğ, davet ve irşad fonksiyonunu temsil eden manevi otoritesi "hâl" adıyla anılmıştır. "Hâl"in ise kâl; yani sözle anlatılması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sözleri filleri ve takrirleri dışında bir de hâlleri vardır. O'nun söz, fiil, ve takrirleri hadis ve siyer kaynakları tarafından tesbit edilip kayda geçirildiği halde hâlleri ancak çevresinde ve sohbetinde bulunan ashabınca idrak edilerek özümsenmiş; in'ikas; yansıma yoluyla nesiller boyu devam edegelmiştir.
Dinî ilimlerden "kıraat ilmi" de uygulamalı bir ilimdir. Tecvid ve kıraat bilgileri her ne kadar kitaplarda yazılı ise de onların anlaşılıp uygulanması bir "fem-i muhsin" tabir edilen ehliyetli ağzın icra ve ifa suretiyle talimine bağlıdır. Bu yüzden kıraat ilmi üstaddan öğrenilir. "Hâl" ilmi olan tasavvuf da kitap mütalaasıyla elde edilemez. Ancak bir üstad ve mürşidden öğrenilir. Onun rehberliğinde ve yanında bulunularak elde edilir. Taasavvufta işte bu manadaki üstadlar için mürşid veya daha özel anlamda "şeyh" kavramı kullanılır.
Şeyh, yaşı elliye ulaşmış saç ve sakalları ağarmaya yüz tutmuş kişiler hakkında kullanılan bir terimdir. Kabile reisi, çevresinin önderi, aksakal ve bir konuda uzman gibi anlamlar da taşır. Tasavvufta manevi bir eğitim görmüş; irşad, icazet ve liyakatini haiz, Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ulaşan bir silsileye sahip kişiler hakkında kullanılır.
İnsan, sıradan dünya işlerinde bile çoğu zaman o işin inceliklerini bilen kişilere başvurmak, onların bilgi beceri ve tecrübelerinden yararlanmak ister. Tecrübesi olmayan insanların mücerred okumuşluk ve diploma sahibi olmaları insanları tatmin etmez. Çünkü bir konuda bilgi sahibi olmak hatta teori ve nazariyeler üretmek başka, o bilgiyi tatbikata döküp uygulamaya koymak başkadır. Nitekim en basitinden bahçesinde ağaç, sebze ve meyve yetiştirmek isteyen bir insanın o konuda yazılmış eserleri okuyup öğrenmesiyle sonuç alması başkadır, bu işi yapan tecrübeli bir bahçıvana baş vurması ise daha başkadır. Bir başka ifadeyle en mütekamil yemek kitaplarını okuyup yemek hazırlayan kişininki ile bir aşçının pişirdiği yemek arasında fark vardır. Netice itibarıyla tecrübî sanatlar ve uygulama ile öğrenilen meslek ve ilimler bir müddet erbabının yanında durmadan öğrenilemez. Tasavvufta da bir insan kâmil bir şeyhin yanında ve gözetiminde bulunmadan onun meclisindeki ruhanî havayı soluklayıp davranışlarını özümsemeden manevi dünyasını îmar edemez ve kemale eremez.
Bu düşüncelere şöyle bir itiraz vârid olabilir: "Kur'an ve sünnet elde, kaynaklar önümüzde olduğuna göre, insan bunlardan yararlanarak niye kemale ermesin? Sünnet varken başka birine niye ihtiyaç olsun?"
İlimler iki türlüdür: Ebdan (tıp) ilmi edyan (din) ilmi. Bu iki ilmin insanlara sağlayacakları yarar konusunda bir benzerlik söz konusudur. Tıp ilmi, kitaplarda yazılı bir ilim olduğu halde hiç bir hekim bir başka hekimin yanında ihtisas görmeden cerrah olamadığı veya insanların kendi başına tıp kitaplarını okuyup hastalıklarını tedavi etmeye muktedir olamadıkları gibi manevi hastalığı olan veya dini konuda kemale erip ahlakını yüceltmek isteyen insanların da bunları sadece kitaplardan okumaları yetmez. Mutlaka kamil bir mürşidden istifade ve istifazaları gerekir.
Bu konuya şöyle bir başka delil daha eklenebilir. İstanbul Boğaz'ından her gün pek çok yabancı bandıralı gemi geçiyor. Bu gemilerin kılavuz kaptan alma zorunluluğu var. Halbuki bu gemilerin kaptanlarının elinde boğazın haritası, pusula ve benzeri her türlü teknik donanım mevcud. Buna rağmen kılavuz kaptan almaları gerekiyor. Kılavuz kaptan almazlar da kaza yapacak olurlarsa müeyyidesi ona göre olur. Kılavuz kaptanın geminin özel kaptanından farkı, boğazdan defalarca geçmiş olması ve boğazın akıntısını, kıvrımlarını ve tehlike arzedebilecek yerleri müşahade ile bilmesidir. Şeyhin nefs eğitimindeki durumu da öyledir. Kendisi bu tuzaklarla dolu vadiden geçtiği ve binlercesini geçirdiği için artık konunun uzmanı olmuş, bu konuda marifet kazanmıştır.
Sahabîlerin diğer mü'minlere olan fazilet ve üstünlüğü, kitap tetebbu etmeleri ve ilmî araştırmada bulunmaları değil, kâinatın efendisinin ve en büyük mürşidinin yüzünü ömürlerinde bir defa olsun görmeleridir, O’nun feyz meclisinden marifet devşirmeleridir. Senelerce kitap tetebbu etmekten hasıl olmayan ledunnî marifeti onlar böyle bir sohbetle böyle bir mürşidin huzurunda elde etmişlerdir. Peygamber vekili konumunda olan mürşid ve şeyhlerin sohbetinin insanda benzer bir etki meydana getirmesi elbette tabiîdir.
Şeyh unvanını alan mürşid bir "insan-ı kâmil"dir. Bu kemâle asaleten sahip olan Hz. Peygamber’dir (s.a.v.). Diğer kâmil veliler ve şeyhler bu kemâle veraset yoluyla sahiptirler. Çünkü onlar da "nur-ı Muhammedi" kandilinden aydınlanmış gönüllerdir.
"Şeyh" kendisine intisab eden mürid ve saliklerinin müşkillerine rehberlik edecek bir bilgiye sahip olmalıdır. Şeyh olacak kimsenin kemâl sıfatlarıyla donanmış, dünya ve makam sevgisinden geçmiş, riyazet ve mücahedeyle farzların dışında nafile ibadetlerle nefsini arıtmış, gönlünü yüceltmiş, Allah ve Rasülü'nün ahlakıyla ahlaklanmış bir kimse olması gerekir. Ayrıca Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ulaşan kesiksiz bir silsileye sahip bulunmalıdır.
Şeyhler hakkı tavsiye eden malayani île vakit geçirmeyen, yüzü nüranî, sözü rabbanî, sohbeti insanları adeta sarıp büyüleyen, insanların ayıplarını yüzlerine vurmayan zarif ve latif kişilerdir. "Yüzlerini gördüğünüzde Allah'ı hatırladığınız kimselerdir." Mensuplarının dışında, çağdaş ilim ve irfan ehli kişilerin de takdir ettiği kemale sahip insanlardır.
Mürşid ya da şeyh, işinde hekime benzer. Hekim nasıl kendisine başvuran hastayı hastalığına ve bünyesinin mukavemet ve direncine göre tedavi ederse şeyh de kendisine başvuran kimseleri aynı şekilde teşhis ve tedavi eder. Düşmanla savaşan askerin stratejisi kumandan tarafından çizildiği gibi, nefs düşmanı ile uğraşan müridin mücahede yolu şeyh tarafından çizilir.
Şeyh île mürid arasındaki ilişkinin temel şartı sevgidir. Mürid mürşidine ne kadar gönülden bir sevgiyle bağlanırsa o kadar istifade vasatı doğar. Nitekim Hz Peygamber’in (s.a.v.), ashabından kendisini öz nefislerinden daha çok sevmelerini istemesi bu gayeye yönelikti. Yoksa Hz Peygamberin (s.a.v.) böyle bir sevgiye ihtiyacı olmadığı kesindi. Ama sahabîler onu canlarından çok sevdikçe ona daha çok benzeme ve onun uğrunda fedayı can etme yoluna gireceklerdi. Nitekim aynı sevgi sebebiyledir ki bazı sahabîler onun sırtındaki nübüvvet mührünü öpmüşler, abdest suyu veya sakalı şerifiyle teberrük etmişlerdir. Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu tür davranışlara ses çıkarmaması takriri olarak bunların cevazına delildir. Dolayısıyla da şeyhlerin ellerinin öpülmesinin cevazına da bir işarettir. Hz Ebu Bekir'in (r.a.) Hz Peygambere (s.a.v.) olan bağlılık ve teslimiyeti müridlerin şeyhlerine besleyebilecekleri sevginin ve teslimiyetin boyutunu da ortaya koymaktadır. Ancak bu konuda ifrattan sakınıp şeyhi beşer konumundan çıkaracak bir telakkiden de hazer etmek gerekir. Çünkü bu alemde Allah’ın en nazlısı Hz Peygambere bile: "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin" buyurulmuştur. Onun yapamadığı bir şeyi başkasının veya varislerinin yapabilmesi mümkün değildir.
Altınoluk Dergisi’nden kısmen alıntılanmıştır.
____________________________________________