Efendimiz s.a.v.’in Ehl-i Beyti ve pak nesli, tarih içinde ve bugün belli ayrışma ve tartışmaların sebebi olarak görülüyor. Müslüman kimliğimizin son derece önemli bir unsuru olan bu kavramların hakikatini bilmek, zihin ve gönül berraklığımız açısından çok önemli.
Diğer taraftan, her namazda ve her daim okuduğumuz salât ü selamlarda Efendimiz s.a.v. ile birlikte andığımız O’nun âline karşı vazifelerimizi bilmek, Efendimiz’e saygımızın bir gereği.
“Ehl-i Beyt” kavramı, gerek Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e karşı sorumluluğumuz çerçevesinde, gerekse tarih içinde ortaya çıkan “fırkalaşma” hadisesi bağlamında bizim için son derece önemli bir yere sahiptir. Efendimiz s.a.v.’le ilgili sorumluluklarımızın, O’nun bu dünyadaki varlığıyla sınırlı olmadığı açıktır. O’nun hayatımızdaki merkezî konumu, kaçınılmaz olarak O’ndan sonra O’na ve bize bıraktıklarına karşı sorumluluklarımız konusunu da gündeme taşımaktadır.
Gerek Yüce Kitabımız’da, gerekse Sünnet-i Seniyye’de, Efendimiz s.a.v.’den sonra O’nun bize “emaneti” olarak kalan Ehl-i Beyt konusunda hassas davranmaya çağırıldığımıza göre, Ehl-i Beyt’e karşı bir takım sorumlulukların muhatabı olduğumuz açıktır.
Bunun yanında, İslâm tarihinde erken dönemlerden itibaren yaşanan bir takım elim hadiseler sonucunda ortaya çıkan ve Ehl-i Beyt’i sahiplenme görüntüsü altında Ümmet’in ana gövdesini Ehl-i Beyt’e karşı ilgisizlikle, ihmalle, hatta “ihanet”le suçlayan, adına “Şiîlik” dediğimiz oluşumun iddia ve ithamları da maalesef canlı biçimde varlığını muhafaza etmektedir. Dolayısıyla bütün hassasiyetiyle gündemimizde kalıcı bir yer tutmakta olan bu meselenin bütün boyutlarıyla aydınlığa kavuşturulması, daha doğrusu mevcut aydınlık konusunda bizim bir “hafıza tazelemesi” yapmamız kaçınılmaz bir görev olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun için önce ilgili kavramlar konusunda bir hatırlatma yapıp, ardından meseleye geçelim.
Ehl-i Beyt ve ilgili kavramlar
Ehl-i Beyt meselesi söz konusu olduğunda, onunla birlikte birçok kavram da tabiî olarak gündeme gelmektedir. “Âl-i Rasul”, “Evlad-ı Rasul”, “Âl-i Ali”, “Itre”, “Seyyid”, “Şerif”, “Haşimî”, “Alevî” bu kavramların başında gelmektedir. Tarih içinde her birinin anlam ve muhtevası hassasiyetle belirlenmiş olan bu kavramlar konusunda günümüzde zaman zaman kafa karışıklıkları yaşandığı görülmektedir. Dolayısıyla konuya bu kavramları netleştirerek başlamamız gerekiyor:
Ehl-i Beyt
Sözlükte “ev halkı” anlamına gelen Ehl-i Beyt (Ehlu’l-Beyt), tabiri, bu anlam sahası içinde bir kimsenin eş(ler)ini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabasını anlatır. Cahiliye döneminde bu tabir, bu anlamları içine alacak şekilde kullanılmaktaydı. Hatta kadim Arapçada “merhaben ve ehlen” veya “ehlen ve sehlen” tabirleri, yabancı bir muhite giden bir kimseye, “kendini burada yabancı hissetme; burası sana ev halkı gibi yakınlık gösterecek insanların bulunduğu, işlerini kolaylıkla halledebileceğin, kendini yakın hissetmen gereken bir yerdir” anlamında kullanılırdı. (Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/136)
İslâmî bir kavram olarak ise Ehl-i Beyt, sadece Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in pak eşlerini ve temiz neslini anlatmak üzere kullanılır. (TDV İslâm Ansiklopedisi, 10/498)
Yüce Kitabımız’da birçok yerde farklı bağlamlarda geçen bu tabir, geçtiği her yerde eş ve çocuklarla birlikte “ev halkı” anlamına gelmektedir. Söz gelimi Hûd suresi 73. ayet-i kerimede, “Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey ev halkı” buyurulmaktadır. Hz. İbrahim a.s.’a gelen meleklerin ağzından nakledilen bu dua cümlesinde, Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sâre validemizin kast edildiği açıktır. Çünkü bu cümlenin hemen öncesinde Hz. İbrahim a.s.’a ve eşi Hz. Sâre validemize evlat müjdesi verilmektedir.
Aynı şekilde Kasas suresinin 12. ayetinde de bu tabir Hz. Musa a.s. bağlamında geçmektedir. Annesi tarafından ilahî emirle nehre bırakılan ve Firavun hanedanı tarafından bulunarak saraya getirilen kundaktaki Hz. Musa a.s., ilahî takdirle saraydaki hiçbir kadının sütünü emmemiş, bunun üzerine O’nun bakımı ve emzirilmesi meselesi gündeme gelmişti. Kız kardeşi, saray görevlilerine O’nun bakımı için uygun bir aile tanıdığını söyleyerek yeniden annesine kavuşmasına vesile olmuştu. Bu ayet bize, Hz. Musa a.s.’ın kız kardeşinin, Firavun hanedanına çocuğun bakımı için uygun bir aile tanıdığını söylerken “ehl-i beyt” tabirini kullandığını haber veriyor ki, kasdettiği, annesinden başkası değildir.
Yine Hûd suresinin 81. ayetinde inanmamakta ve o malum çirkinliği işlemekte ısrar eden kavmi helak etmek üzere gelen meleklerin, Hz. Lût a.s.’a şöyle dediği haber verilmektedir: “Dediler ki: “Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar (kavmin) sana elbette el uzatamayacak. Artık sen ailen ile gecenin bir kısmında yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları sabah vaktidir. Sabah vakti ise yakın değil midir?”
Burada Hz. Lût a.s.’ın ev halkından “ehlike: senin ehlin” diye bahsedilmekte, “ehlinle birlikte yola çık; onlardan hiç kimse geri kalmasın” cümlesinden sonra, O’na karşı gelmekte ısrar gösteren hanımı bundan istisna edilmektedir. Bir diğer ifadeyle Hz. Lût a.s.’ın hanımı da esasen onun “ehl-i beyti”ndendir; ancak O’nunla birlikte çıkıp kurtuluşa ermeyi hak etmediği için helak edilenlerle birlikte o da helak edilmiştir. (Bkz. Hicr suresi 65. ayet)
Ahzâb suresinin 33. ayeti, konumuzla doğrudan ilgili ayetlerden birisidir. Orada (32. ayetten itibaren) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin. Ve hanelerinizde karar ediniz ve evvelce cahiliye zamanındaki açılış gibi açılıvermeyiniz. Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. Ve ey Ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri götürmek ve sizi tertemiz kılmak dilemektedir.”
Görüldüğü gibi 32. ayet doğrudan müminlerin annelerine hitapla başlamakta ve 33. ayette onlara “ey Ehl-i Beyt” diye hitap edilmektedir. Bu da açık bir şekilde göstermektedir ki, Kur’an-ı Kerim’de Rasul-i Kibriya s.a.v. Efendimiz’le bağlantılı olarak geçen Ehl-i Beyt tabiri, O’nun mü’minlerin anneleri olan pek zevcelerini anlatmaktadır.
Konuyla ilgili bir diğer ayet, Âl-i İmran suresinin 21. ayetidir. Orada Yüce Allah, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Hani sen müminleri (Uhud’da) savaş mevzilerine yerleştirmek için, sabah erken ehlinden (ev halkından) ayrılmıştın… Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
Burada da Efendimiz s.a.v.’in, sabahleyin erkenden yanından ayrıldığı kimselerden, O’nun ehli diye bahsedilmektedir ki, kast edilenlerin, müminlerin anneleri olduğu açıktır. (Yusuf suresinin 25 ve 93, ve Tâ-Hâ suresi 132. ayetlere de bakılabilir.)
“Ehl-i Beyt” tabirinin hadis-i şerifilerde hangi anlamda kullanıldığına baktığımızda karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Ehl-i Beyt” tabiriyle hem pak zevcelerini, hem de temiz neslini kast etmiştir.
Efendimiz s.a.v., Hz. Zeyneb binti Cahş r.anha validemizle evlendiğinde bir düğün yemeği vermiş, yemeğin ardından her bir eşinin odasına gidip kapıdan içeriye doğru “Selamünaleyküm! Nasılsınız ey Ehl-i Beyt?” diye seslenmiş, onlar da hayır ve afiyet üzere olduklarını bildirmişlerdir. (Buharî; Müslim)
Sahabe, “Ya Rasulallah! Size nasıl salât edelim?” diye sorduğunda Efendimiz s.a.v. şöyle cevap vermiştir:
– Allahım! Hz. İbrahim’in âline salât ettiğin gibi Hz. Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da salât et. Hz. İbrahim’in âline bol hayır ve bereket verdiğin gibi Hz. Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da bol hayır ve bereket ihsan eyle, deyin. (Buharî; Müslim vd.)
Bir diğer rivayette Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Kim bize, Ehl-i Beyt’e salâvat getirdiği zaman tam ve bol ecir almak isterse, ‘Allahım! Âl-i İbrahim’e salât ettiğin gibi, Nebi Muhammed’e, müminlerin anneleri olan eşlerine, soyuna ve ehl-i beytine de salât et; zira Sen Hamîd’sin, Mecîd’sin’ desin.” (Ebu Davud)
Zikrettiğimiz ayetler ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Ehl-i Beyt” tabirini pak zevcelerini de içine alacak şekilde kullanmış, onları tabirin dışında tutmamıştır.
Âl-i Rasul
“Âl” kelimesi sözlükte “Bir kimsenin ehl ü ıyali, tabileri, ahbabı, dostları” demektir. Bu manada kelimenin aslı “ehl” olup, ortadaki “h” harfinin elif harfine dönüşmesiyle “âl” haline gelmiştir. (Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/139)
Kavram olarak “Âl-i Rasul” tabirinin kimi anlattığı konusuna gelince, bu tabirin, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in ikinci kuşak dedesi (Abdülmuttalib’in babası, Abdimenâf’ın oğlu) olan Hâşim’in soyundan gelenleri anlattığını söylemişlerdir. Bilindiği gibi Hâşim’in dört oğlundan yalnızca Abdülmuttalib’in erkek tarafından soyu devam etmiştir. Dolayısıyla “Âl-i Rasul” tabirinin içine Abbas, Hâris ve Ebu Tâlib’in evlatları girmektedir. (Tecrid Tercemesi, 5/295; TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/305-6)
Kendilerine zekât verilmeyen kimselerin “Hâşimoğulları” olarak sınırlandırılmış olması da bu görüşü destekleyen önemli bir husustur.
Bir rivayette Efendimiz s.a.v.’in, “Âl-i Rasul, takva sahibi herkestir.” buyurduğu nakledilmişse de, bu rivayet Hadis imamlarınca sahih bulunmamıştır. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/32). Ancak bu rivayeti anlam olarak destekleyen başka nakiller mevcuttur. Sahabe’den birçok kimsenin, takva sahibi olan bütün müslümanların Efendimiz’in “âl”inden sayılacağını ifade ettiklerini görüyoruz.
Dolayısıyla “Âl-i Rasul” tabirinin, biri dar anlamda sadece Efendimiz s.a.v.’in soyundan gelenleri, ikincisi biraz daha geniş anlamda Hâşimoğulları’nı ve en geniş anlamda bütün müttaki müminleri anlattığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
Evlâd-ı Rasul
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in bütün çocukları kendisinden önce vefat etmiştir. Sadece Hz. Fâtıma r.anha validemiz bunun istisnasıdır. Efendimiz’in mübarek soyu da, Hz. Ali r.a’ın Hz. Fâtıma r.anha validemizle yaptığı evlilikten olan çocukları vasıtasıyla devam etmiştir. Diğer kızlarının hiç birisinin soyu devam etmemiştir. Dolayısıyla “Evlâd-ı Rasul” denildiğinde aynı zamanda Hz. Ali ile Hz. Fâtıma r.anhüma’nın nesli kast edilmiş olur.
Bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümm Gülsüm ve Zeyneb (Allah hepsinden razı olsun) dünyaya gelmiştir. Muhsin küçükken vefat ettiği için Efendimiz s.a.v’in pak nesli Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin r.anhüma vasıtasıyla devam etmiştir. İslâm kültüründe yaygın olarak kullanılan “Seyyid” ve “Şerif” tabirleri, ilgili kişinin Hz. Hasan r.a.’ın veya Hz. Hüseyin r.a.’ın soyundan geldiğini anlatır. Aşağıda bunları göreceğiz.
Efendimiz s.a.v., “Kıyamet günü her türlü akrabalık ve hısımlık münasebeti kesilir. Sadece benim yakınlık ve akrabalığım devam eder.” buyurmuştur. Hz. Ömer r.a. da Efendimiz’e hısımlık temin etmek maksadıyla Hz. Ali ile Hz. Fâtıma r.anhüma’nın kız çocuklarından Ümm Gülsüm’e talip olmuş ve onunla evlenmişti. Bu evlilikten Zeyd ve Rukıyye isimli çocuklar dünyaya geldi. Ancak ikisi de vefat etti ve soyları devam etmedi.
Hz. Ömer r.a. vefat edince Ümm Gülsüm, Avn b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evlendi. O vefat edince kardeşi Muhammed b. Ca’fer ile, o da vefat edince bir diğer kardeş Abdullah b. Ca’fer ile evlendi. Onunla evli iken vefat etti ve bu evliliklerin hiç birisinden çocuğu olmadı.
Zeyneb’e gelince, amcasının oğlu Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evlendi. Ondan birçok çocuğu oldu. Onlar içinde sadece Ali ve Ümm Gülsüm yaşadı, diğerleri vefat etti. Dolayısıyla Ali ve Ümm Gülsüm’ün soyundan gelenler de “Evlâd-ı Rasul” sayılma payesini elde ederler. Ancak onlar, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin r.anhüma’nın soyundan gelenlere kıyasla daha aşağı bir mertebede kabul edilmiştir.
Hz. Fâtıma r.anha validemiz vefat edince, Hz. Ali r.a. onun vasiyetini yerine getirerek Efendimiz’in torunu (Hz. Zeyneb validemizin kızı) Ümeyme ile evlendi. (Ümeyme, çocukken Efendimiz s.a.v. namaz kılarken sırtına binen torunudur. O düşmesin diye Efendimiz secdeye giderken onu sırtından indirir, kıyama kalktığında tekrar sırtına alırdı.) Ancak ondan çocukları olmadı. (Sehâvî, el-Ecvibetu’l-Mardıyye, 2/416-417)
Seyyid ve Şerif sıfatları
Hicri 358 (Miladi 969) yılından itibaren Mekke emirlerinden Hz. Hasan r.a.’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin r.a.’ın soyundan gelenlere de “Seyyid” denilmiş ve bu sıfatlar bu tarihten sonra İslâm Dünyası’nda yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu çerçevede soyu hem Hz. Hasan r.a.’a, hem de Hz. Hüseyin r.a.’a dayanan kimselere hem Seyyid hem de Şerif denilmiştir. Neseben iki yönden Efendimiz’e bağlanmak haklı olarak müstesna bir şeref kabul edilmiştir. Meşhur Kelam alimi Seyyid Şerif Cürcânî bunlardan biridir.
Hem anne, hem de baba tarafından Hz. Ali r.a.’ın soyundan gelenlere “Seyyidü’s-Sâdât” denilmiştir. Ayrıca Hz. Fâtıma r.anha validemiz vefat ettikten sonra Hz. Ali r.a.’ın, evlendiği eşlerinden olan çocuklarına da Seyyid denilmiş ise de, tarih içinde bu isimlendirme devam etmeyip ortadan kalkmıştır. (TDV İslâm Ansiklopedisi, 37/40)
‘Alevî’ nisbesi
Az önce Hz. Ali r.a.’ın, Hz. Fâtıma r.anha validemiz dışındaki eşlerinden olan çocuklarına da, yaygın olmasa da tarih içinde Seyyid dendiğini görmüştük. Bilindiği gibi Hz. Fâtıma r.anha validemiz vefat ettikten sonra Hz. Ali r.a. pek çok evlilik yapmış ve bu evliliklerden Hz. Fâtıma validemizden olan çocuklarıyla birlikte toplam 14 erkek, 17 kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Hz. Fâtıma r.anha validemiz dışındaki eşlerinden olan çocukları ve onların devam eden soyları tarih içinde kimi zaman Seyyid olarak, kimi zaman Alevî, kimi zaman da Hâşimî nisbesiyle anılmıştır.
Aynı şekilde tarih içinde “Talibî” diye anılan kimseler de olmuştur. Bunlar da gerek Hz. Ali r.a.’ın bu çocukları, gerekse kardeşleri Cafer b. Ebî Tâlib ve Akîl b. Ebî Tâlib’in çocukları için söz konusu olmuştur. (Sehâvî, a.g.e., 2/421). Ancak Hz. Ali r.a.’ın soyunu diğerlerinden ayırmak için “Alevî” tabirinin diğerlerine göre daha yaygın biçimde kullanıldığını söylemek gerekiyor.
Itre
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, “Size iki şey bırakıyorum ki, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece benden sonra artık kesinlikle dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve ıtretim, ehl-i beytim.” buyurmuştur. (Tirmizî; Müsned-i Ahmed, 3/26; Nesâî, es-Sünenu’l-Kübrâ, 5/45)
Burada geçen “ıtre” tabiri, bir kimsenin soyu ve nesli demektir. Bu hadiste Efendimiz s.a.v., Ehl-i Beyt tabiriyle Itre tabirini peşpeşe kullanmıştır ki, bir anlamda bu iki tabirin eş anlamlı olduğunu gösteren bir durumdur bu.
Şiîlik, burada geçen Itre tabirinden hareketle Ehl-i Beyt tabirini Efendimiz’in soyundan gelenlerle sınırlı tutup, Hz. Ali r.a.’ın diğer eşlerinden devam eden soyunu, Hâşimoğulları’nı ve bilhassa Efendimiz’in pak eşlerini bu çerçevenin içine almamıştır. Şia’nın bu noktada meseleyi burada da bırakmayıp, Hz. Ali r.a.’ın Hz. Fâtıma r.anha validemizden devam eden soyu konusunda da sınırlamaya gittiğini görüyoruz. Dolayısıyla burada biraz durup, bu noktayı mercek altına almakta fayda var.
Ehl-i Beyt ve Şiîlik
Gerek tarih içinde, gerekse günümüzde Şia, Ehl-i Beyt’i sahiplenme görüntüsü altında yoğun bir propaganda yürütmüştür, yürütmektedir. Bunu yaparken de Ehl-i Beyt kavramını alabildiğine daralttıkları ve ‘On İki İmam’ dışında kalan Evlad-ı Rasulü ve Âl-i Ali’yi Ehl-i Beyt ve Itre’den kabul etmediklerini görüyoruz.
Bunu yaparken, “Aba hadisi” diye bilinen rivayetten hareket etmektedirler. Bu yazının başında mealini zikrettiğimiz Ahzâb suresinin 33. ayeti nazil olduğu zaman Efendimiz s.a.v., Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.anhüm) abasının altında toplayarak, “Allahım! Bunlar benim ehl-i beytim ve en yakınlarım. Onlardan (her türlü) kiri gider ve onları temizle.” buyurmuştur (Tirmizî). Bu rivayette anlatılan olayın Ümm Seleme r.anha validemizin odasında cereyan ettiğini ve Ümm Seleme r.anha validemizin, “Ey Allah’ın Rasulü! Ben onlarla beraber (senin ehl-i beytinden) değil miyim?” diye sorması üzerine Efendimiz s.a.v.’in, “Sen yerinde dur. Sen zaten hayırla birliktesin.” diye cevap verdiği nakledilmiştir.
Efendimiz s.a.v.’in, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.anhüm) abasının altında toplayarak yukarıdaki gibi dua ettiği sahih olarak başka kaynaklar tarafından da nakledilmiştir (Müslim; Ahmed). Ancak hemen belirtelim ki, bu rivayeti nakleden Tirmizî dışındaki kaynaklar arasında Ümm Seleme validemizin Ehl-i Beyt mefhumunun dışında tutulduğunu gösteren bir ifade yer almamaktadır.
Şunu da zikretmeden geçmeyelim: Bu rivayet Vâsile b. Eskâ r.a. tarafından da nakledilmiştir. Tahâvî, Hâkim ve Beyhakî tarafından nakledilen bu rivayette Vâsile r.a., “Ya Rasulallah! Ben de senin ehlinden miyim?” diye sordum. “Sen de ehlimdensin, buyurdu.” Dolayısıyla Şia’nın bu konuda sadece Tirmizî rivayetine dayanarak Efendimiz’in pak hanımlarını Ehl-i Beyt dışında tutması dayanaktan yoksun, taraflı bir davranıştır.
Öte yandan Şia’nın, tarih boyunca olduğu gibi bugün de Ehl-i Beyt taraftarı görüntüsü altında Sahabe düşmanlığı yaptığına bilhassa dikkat çekmek gerekir. Onların bu tutumunun başta Ehl-i Beyt’i ve Evlad-ı Rasul’ü rencide ettiği açıktır. Zira tarih içinde Ehl-i Sünnet dünyanın olduğu gibi, Sahabe’nin de Ehl-i Beyt’le ilişkisi hep saygı muhabbet çerçevesinde yürümüştür. Ehl-i Beyt ile Sahabe arasında Şia’nın kurguladığı türden hiçbir gerilim, düşmanlık ve kin yaşanmamıştır.
Bu söylediğimizin en açık delili şudur: Hz. Fâtıma r.anha validemiz vefat ettikten sonra Hz. Ali r.a.’ın birçok evlilik yaptığını yukarıda söylemiştik. Bu cümleden olarak, Leylâ bint Mes’ud ile yaptığı evlilikten olan erkek çocuklarından birinin adını Ebu Bekir; Sahbâ bint Rebîa’dan doğan erkek çocuğun adını Ömer; Ümmü’l-Benîn bint Hizam’dan olan erkek çocuklarından birinin adını Osman koymuştur. (Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, 5/153-154)
Yine ne Hz. Ali r.a. ne de onun pak soyundan gelenler, Sahabe-i Güzin efendilerimize karşı en küçük bir düşmanlık beslememişlerdir. Tarih kitaplarında bu söylediğimizi doğrulayan yüzlerce anekdot bulmak mümkündür.
Nitekim Hz. Hüseyin r.a.’ın torunu, Ali Zeynelabidin rh.a.’ın oğlu İmam Muhammed Bâkır, Hz. Ebu Bekir r.a.’ın dördüncü kuşak torunu Ümm Ferve ile evlenmiş, İmam Ca’fer es-Sâdık rh.a. bu evlilikten dünyaya gelmiştir. (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 4/406)
Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımız
Efendimiz’in pak hanımlarının “müminlerin anneleri” olduğu, Kur’an ayetiyle sabit bir husustur. Ahzab suresinin 6. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de müminlerin anneleridir…” Dolayısıyla annelerimize karşı hürmette kusur göstermek, Efendimiz s.a.v.’e karşı hürmette kusur göstermek anlamına gelecektir.
Sahabe-i Kiram (Allah hepsinden razı olsun), Efendimiz s.a.v.’in terk-i dünya etmesinden sonra onları her zaman el üstünde tutmuş, olabildiğince itinalı ve saygılı davranmıştır. Hatta kaynaklar, Cemel Vakası’nda kendisiyle savaşan Hz. Aişe r.anha validemize, Hz. Ali r.a.’ın, nasıl büyük bir ihtimam ve saygıyla muamele ettiğini nakletmektedir. Askerleri mağlup olunca yanına kendi askerlerinden bir grubu vererek onu Medine’ye yolcu etmiş ve her türlü ihtiyacını karşılamıştır.
Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımız sadece Efendimiz’in pak hanımları ile sınırlı değildir şüphesiz. Gerek tek tek, gerek topluca Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (Allah onlardan razı olsun) hakkında vârit olmuş pek çok sahih hadis bulunmaktadır. Burada onları sıralayacak olursak bu yazının boyutlarını hayli aşmış oluruz. Onun için teberrüken sadece bir iki rivayete yer verelim:
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Size Ehl-i Beytim konusunda Allah’ı hatırlatırım.” (Müslim; Nesaî; Tirmizî)
Yine Ehl-i Beyt’i kast ederek şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki, sizi Allah için ve benim yakınlığım dolayısıyla sevmedikçe hiçbir müslüman kişinin kalbine iman girmez.” (Nesaî; Tirmizî; Ahmed)
Yine şöyle buyurmuştur: “Size bahşettiği nimetler sebebiyle Allah Tealâ’yı sevin. Beni, Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beytimi de benim sevgim dolayısıyla sevin.” (Tirmizî)
Yukarıda “Âl-i Rasul” başlığı altında, kendilerine zekât verilmeyen kimselerin Hâşimoğulları soyu olarak sınırlandırılmış olmasından bahsetmiştik. Yüce Kitabımız’da zekâttan bahseden ayetlerden birinde şöyle buyurulur: “Mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al…” (Tevbe, 103). Bu ayetten anlıyoruz ki, zekât verebilecek durumda olan müminlerin mallarından zekât olarak vermeleri gereken kısım, bir anlamda onların ve mallarının temizlenmesi gereken kısmıdır. Efendimiz’in bize mukaddes bir emaneti olan genelde Haşimoğulları’nın ve özelde Ehl-i Beyt’in böyle bir mala muhtaç durumda bırakılmaması, bütün ümmet üzerine bir görevdir.
Sahabe-i Kiram döneminden itibaren bu ümmet, Ehl-i Beyt-i Rasul’e daima edep ve saygı ölçüleri içinde muamele etmiş, onları muhtaç, yoksun ve yoksul bırakmamıştır. Beytülmal’de onlar için daima bir ödenek bulundurulmuş ve her türlü ihtiyaçları oradan karşılanmıştır.
Malum ve meşhurdur ki, Osmanlı döneminde tesis edilmiş bulunan Nakîbu’l-Eşraflık müessesesi, sadece Evlad-ı Rasul’ün istismarlara karşı korunması görevini üstlenmekle kalmamış, aynı zamanda onların hukukunun muhafaza ve müdafaası işini de yürütmüştür. Devlet-i Aliyye bu müessese kanalıyla soy şeceresi sahih olarak tesbit edilen Seyyid ve Şeriflerin kayıtlarını belli defterlerde tutturmuş ve itinayla muhafaza etmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulama Evlad-ı Rasul’e gösterilen derin hürmet ve muhabbetin eseridir.
Ehl-i Beyt’in sorumlulukları
Şurası açık bir hakikattir ki, bir insanın kendisini Efendimiz s.a.v.’e nisbet etmesi, aynı zamanda omzuna ağır bir mükellefiyeti de alması demektir. Beyaz bir elbise üzerindeki en küçük lekeyi ayan beyan gösterir. Ehl-i Beyt’ten olmak da böyledir. Diğer insanlardan sâdır olduğunda dikkat çekmeyen pek çok davranış, Ehl-i Beyt mensuplarından olduğunda göze batar. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mensupları diğer insanlara göre daha hassas, daha titiz, takva ve azimet ölçülerine daha bir riayetkâr yaşamak durumundadır.
Bu yazının başında Ehl-i Beyt tabirini açıklarken Ahzab suresindeki ayetleri zikretmiştik. Ehl-i Beyt’in sorumlulukları çerçevesinde Yüce Allah bu surenin 30. ayetinde şöyle buyurur: “Ey Peygamber’in hanımları! İçinizden kim apaçık bir çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir.”
Bu hassasiyet, tarih boyunca Evlad-ı Rasul tarafından titizlikle yaşatılmış ve o pak nesil her zaman topluma önder ve örnek olmuştur. Ne devlete el açmışlar, ne toplumun elindekine tamah etmişlerdir. Tam aksine her zaman veren el olmuşlar, kanaat ve istiğnanın zirvesinde yaşamışlardır.
Onlar pak neseplerine layık şekilde yaşadıklarında toplum tarafından el üstünde tutulmuşlardır. Ancak nadiren de olsa aralarından bu sorumluluğu taşımaya ehil olmayanlar da çıkmıştır. Bu gibi kimseler, sorumluluklarının gereğini yerine getirmektense sadece neseplerini ileri sürerek toplumdan hürmet ve muhabbet beklemişler, ancak aradıklarını bulamamışlardır.
Nitekim Hz. Nuh a.s.’ın oğlunun ve Hz. Lut a.s.’ın hanımının onların ehli olmadığı ilahî vahiy tarafından bildirilmiştir. Hûd suresinin 46 ve 81. ayetleriyle Hicr suresinin 65. ayeti bu noktayı açık bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla kişi taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmeden kuru bir nesep davası gütmemeli ve nesebi üzerinden insanlara tepeden bakmamalıdır.
Yukarıda kendisinden birkaç alıntı yaptığımız Hadis hafızı Sehâvî, adı geçen eserinde (2/422) şöyle der: “Ebu’l-Aynâ, Hâşimî sülalesinden gelen birisine beklediği nezaketi göstermemişti. O zat:
– Bir yandan her namazda “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Muhammed” diyerek bana salât ediyorsun, bir yandan da bana böyle mi davranıyorsun, diye çıkıştı. Ebu’l-Aynâ şöyle karşılık verdi:
– Ben o cümleleri söylerken tayyip ve tâhir (pak ve temiz) olanları kast ediyorum. Oysa sen onlardan değilsin!
Kendisi de seyyid olan müfessir allâme el-Âlûsî, “Garâibu’l-İğtirâb” isimli eserinde şöyle der: “İyice anladım ve kanaat getirdim ki, şerifler arasında öylesi var ki, eğer son nefesini en güzel şekilde vermeye muvaffak olamamışsa Fâtımatu’z-Zehrâ r.anha onu görünce canı sıkılır, Dedesi s.a.v., kıyamet günü onun kendisine nisbet edilmesinden utanır.”
Tarih içinde Evlad-ı Rasul’den olduğunu iddia ettiği halde muhtelif bid’at mezheplere saparak Ehl-i Sünnet’in karşısında yer alan niceleri olmuştur. Bilhassa Mutezile ve Şia içinde bu kabil isimlere sıkça rastlanır. Ahirette ne onların dedeleri olan Rasul-i Kibriya s.a.v. Efendimiz’in yüzüne bakmaya yüzleri olur, ne de Efendimiz s.a.v. onlara evladım diye sahip çıkar!
Hayatını O’nun pak nesline mensubiyeti en mutena bir emanet gibi kemal-i hassasiyetle muhafaza endişesiyle yaşayan gerçek Seyyid ve Şeriflere ne mutlu! Onları gördükçe Peygamber-i Zişan s.a.v. Efendimiz’in bir parçasını gördüğü şuuruyla onları el üstünde tutan ümmete ne mutlu!..
Kaynak: Ebubekir Sifil , Semerkand Dergisi, Ağustos 2013.