Tasavvuf ehlinin en önemli özelliği, sâlih amellerde yarışmak; Kur’an-ı Kerim’in tabiriyle “sâbıkun-mukarrebûndan olmak” için var gücüyle çalışmaktır. Onun için tasavvufta iki günü eşit olan zararda görülür. Bu anlayıştan dolayı ehl-i tasavvuf, elinden gelen her türlü hayrı yapmaya koyulmuş; İslâm coğrafyasının her yanına ribat, tekke, zâviye, hankâh, dergâh, mescid, aşevi, misafirhane gibi isimlerle hizmet mührünü vurmuştur. Tasavvuf ve tarikatlar ne yaptığı bilinmez birer karanlık örgüt değil, gecesi de gündüzü gibi aydınlık birer terbiye okulu ve hizmet ocaklarıdır. Bizim konu ettiğimiz tasavvuf, zâhiri ve bâtınıyla yaşanan İslâm’dır. İlahî marifettir, Muhammedî ahlâktır. Bu terbiyeyi alan mukarrebûn makamındaki ârif sûfiler yeryüzünde Allah Tealâ’nın şahitleri ve ilahî aşkın şehitleridir.
İslâm dille değil, halle yaşanır. Hak din, felsefeye değil, hikmete çağırır. Kuru laf edeni değil, sâlih iş yapanı över. Akla değil, nakle dayanır. Kulluğun tadı nefsin keyfine değil, Mevlâ’ya hizmetle anlaşılır. Din temenni değil; iman, ihlâs, edep, terbiye ve terakkidir. Dinimiz bize havada uçmayı değil, yerde edeple yürümeyi öğretir. Tarifle yetinmez, tatbikat bekler. Âriflere göre tasavvuf, dini hakikatiyle tanımak, yaşamak, tatmak ve böylece insan-ı kâmil olmaktır.
* Prof. Dr. Dilaver Selvi