Buradasınız :  Makaleler/ Yolun İşaret Taşları
Kategori:
Makaleler
17940 kez Okunmuş

Yolun İşaret Taşları

 

Kavramlar bir konuyu anlamada yoldaki işaret taşları ya da levhaları gibidir.
 
Dinî tasavvufî sahadaki kavramlar da İslâm’ı ve onun iç dünyamızı tanzim eden disiplini olan tasavvufu anlamada hayatî öneme sahiptir. En azından temel kavramlar yeterince bilinmezse ne anlatanlar doğru anlatabilir ne de okuyan ve dinleyen tam anlayabilir.
 
Kültürün değişmesiyle dinî tasavvufî kavramlar büyük ölçüde yaşayan dilden çıkmış ya da asıl anlamının yerine farklı anlamlar kazanmıştır. Bu konulardaki yaygın cehalet ve yanlışların temel sebeplerinden biri budur.
 
Dilde kelimelerin yanı sıra kavramlar da vardır. Bu kavramlar, özellikle bir bilim, sanat veya meslek dalı için üretilmiş, o alana dair konuları anlamamıza, tanımamıza yarayan kelimelerdir. Geniş bir anlamı uzun ifadelerle anlatma zahmetinden bizi kurtararak, tek bir kelimeye sığdırırlar. Kavramları bildiğimizde o alan hakkında temel bilgilere sahibiz demektir.
 
Dinî tasavvufî konuların anlatımında da pek çok kavrama başvurulur. Mesela “takva” “ihlâs” “marifet” “yakîn” “hak” “bâtıl” bunlardan sadece birkaçıdır. Bu kavramlar dergimizde de sık sık kullanılır.
 
Dinî tasavvufî sahadaki kavramlar yeterince bilinmezse ne anlatanlar doğru anlatabilir ne de okuyan ve dinleyen tam anlayabilir. Kültürün değişmesiyle dinî tasavvufî kavramlar büyük ölçüde yaşayan dilden çıkmış ya da asıl anlamının yerine farklı anlamlar kazanmıştır. Bu konulardaki yaygın cehalet ve yanlışların temel sebeplerinden biri budur.
 
Bu yazıda, yüzlerce dinî tasavvufî kavram arasında sık kullanılanlardan bir seçme yaparak küçük bir sözlük hazırladık. Kavramları olabildiğince anabaşlıklar altında sınıflandırdık.
 
İlk Adımlar
 
Şeriat; mükellefin, yani akıllı ve ergenlik çağına ermiş her müminin inanması gereken inanç esasları (akaid) ile günlük hayatındaki iş ve ibadetleri düzenleyen fıkhî hükümlerin tümüdür. Din kelimesi yerine de kullanılır. Şeriat kelimesi ülkemizde ne yazık ki politik içerik kazanmış, kimi çevreler tarafından olumsuz anlamlar yüklenmiştir.
 
Tarikat, yol anlamına gelen “tarik” kelimesinin çoğuludur. Zaman içinde kullanımda tekil-çoğul farkı ortadan kalkmıştır. Bir mürşid-i kâmil rehberliğinde kalbin manevi hastalıklardan temizlenmesi, nefsin terbiye edilerek bütün iş ve amellerin ihlâsla yapılması ve neticesinde Hakk’ın rızasının elde edilmesi için takip edilen metotların adıdır. Tarikatın başlıca konusu insanın bâtını yani iç alemidir.
 
Hakikat, tarikat yoluyla nefsin terbiye edilip kalbin manevi kirlerden arınması neticesinde erişilen mertebedir. Bu mertebede kul sebep bağlarından kurtulup her şeyde Hakk’ın kudretini görür, hadiselerin asıl yüzü kendisine açılır.
 
Özellikle dikkat edilmesi gereken husus, tarikat ve hakikatin şeriata uygun olma zorunluluğudur. Bir kimse tarikat veya hakikat adı altında şeriatla bağdaşmayan, şeriatı hafife alan veya göz ardı eden bir tavır benimsiyorsa, onun tarikat iddiası da hakikat iddiası da boştur.
 
Büyük sufiler tarikat ve hakikatin şeriatın dışında, ötesinde farklı bir alan olmadığı, şeriatın içinde mündemiç bulunduğunu ısrarla hatırlatırlar.
 
Zahir; bir şeyin görünen, izlenebilen, ölçülebilen tarafı manalarına gelir. Dinî emir ve yasaklar hususunda fıkıh alimlerinin “Biz zahire göre hüküm veririz. Bâtını ise ancak Allah bilir” sözü meşhurdur.
 
Bâtın ise zahirin tam zıddı anlamda, bir şeyin içi, gizli tarafıdır.
 
Sufilere göre kâinatta zahir olan, görünen her şeyin bir de bâtını, herkes tarafından görülüp bilinmeyen özü, gizli bir yanı vardır. Mesela insanın zahiri bedeni iken, bâtını kalp ve ruhu, yani iç alemidir.
 
Nur; aydınlık, ışık gibi manalara gelir. Tasavvufta nur, Allah Tealâ’nın ez-Zahir ismi ile kâinatta tecellisidir. Bu manada nur, Hakk’ın bütün varlıklardaki zuhuruna ve bilhassa mümin kulunun kalbindeki zuhuruna işaret eder. Ne var ki bu ilahî tecelliyi, zuhur eden nuru idrak herkes için mümkün değildir. Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’de ifade ettiği üzere, kalp aynası paslanmış bir kimsenin Hak’tan gelen nuru hissetmesi ve yansıtması imkan dışıdır. Nuru, yani ilahî tecellileri hissetmek için kalp aynasının Allah’ın zikri ile parlatılması gerekir. Tasavvuf ile varılmak istenen hedef de budur. Yani kulun zikrullah ile kalbini parlatması, nefsini terbiye ederek zahirin ardındaki hakikati, ilahî nuru görmesi ve Rabbi’ne karşı kulluk bilincini en üst noktaya taşımasıdır.
 
Tecelli; açığa çıkmak, görünmek demektir. Tasavvufî manası itibariyle Hak katından gelen ve kalpte zuhur eden nurlara denir. Hücvirî k.s. da tecelliyi, kalplerini zikrullah ile saf hale getirmiş Hak erlerinin kalplerine, Hakk’ın nurlarının tesiri olarak tarif etmektedir.
 
Vuslat; ulaşmak, varmak, erişmek manalarına gelir. Tasavvufî manası ise, nefsin terbiyesi ve kalbin arındırılması neticesinde müridin seyr ü sülûkunu tamamlamasıdır. Mürid bu süreç neticesinde bütün kötü sıfatlardan temizlenir ve Hakk’ın razı olduğu sıfatlarla süslenir ve ilahî muhabbete nail olur. İşte bu hal de Hak ile vuslattır. Hakk’ın cemalini görmek olarak tarif edebileceğimiz asıl vuslat ise bu alemde değil, ancak Cennet’te mümkün olacaktır.
 
Matlub, talep edilen, istenen manasına gelir.
 
Maksud da kastedilen manasına gelir. Tasavvufî manaları itibariyle matlub ve maksud Allah Tealâ’dır. Zira kulun yaratılış amacı O’na ibadet ve O’nun rıza ve muhabbetini elde etmektir.
 
Vesile; Allah’ın sevdiği ve razı olduğu kulluğu elde etmek veya dünya ve ahirette arzulanan bir şeye nail olmak gayesiyle salih bir ameli, bir peygamberi yahut bir veli zatı vasıta kılarak Allah’tan yardım talebidir. Buharî’de geçen bir hadis-i şerifte Efendimiz s.a.v., bir mağarada mahsur kalmış üç kişinin amelini vesile ederek kurtulmak için dua edişini anlatır.
 
Tevessül de vesile ile aynı manadadır. Tevessülün Peygamber Efendimiz s.a.v.’in tavsiyesiyle sahabiler tarafından uygulandığı ve takip eden dönemlerde devam ettiği sabittir.
 
Gayb; beş duyu ile algılanamayan ve akıl ile bilinemeyen manasına gelir. Gayb ancak Allah Tealâ’nın bildirmesiyle bilgi sahibi olacağımız bir alandır. Melekler, cennet, cehennem ve benzeri konular bizim için gaybı oluşturur ve onlar hakkındaki bilgimiz ancak Allah ve Rasulü’nün, bir de kalp gözü açık veli zatların bize bildirdiği kadardır. Hiçbir kul gayb hakkında Allah’ın bildirdiği kadardan fazlasını bilemez. O’nun dilemesi dışında bir kulun kendi zatının bir özelliği olarak gaybı bileceğine inanmak veya iddia etmek şirktir.
 
Alem; kâinat, dünya, bütün varlıklar gibi manalara gelir. Sufiler arasında çok çeşitli alem tanımları vardır. Genel bir tarifle izah edilmesi gerekirse, alem Allah’tan gayrı her şey, yani tüm yaratılmışlar demektir. Allah Tealâ varlıkları farklı alemlerden geçirerek gözümüzle gördüğümüz şu görünür aleme çıkarmaktadır. Bu alemler sırasıyla; alem-i ervah, alem-i misal ve alem-i şehadettir.
 
Alem-i Ervah; ruhlar alemi demektir. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine bütün ruhların bir ağızdan “Evet, Rabbimizsin.” dediği A’raf suresi 172. ayet-i kerime bu aleme işaret eder. Halk arasında “kâlû belâ” olarak bilinen ve ruhların henüz vücut bulup varlık sahasına gelmeden evvel bulundukları alemdir.
 
Alem-i Misal: Bu alemde, ruhlar aleminde bulunan her bir ferdin, şehadet aleminde bürüneceği şeklin bir benzeri meydana gelir. Yani burada görünür alemdeki her şeyin ve suretlerin bir örneği bulunur. Ruhlar alemi nuranîdir ve şehadet alemi, yani algıladığımız alem zulmanîdir. Misal alemi bu iki alemle de münasebette olduğu için iki alem arasında bir köprü vazifesi görmektedir.
 
Alem-i Şehadet; görünen, maddi alem demektir. Dünya gözüyle gördüğümüz ve içerisinde yaşadığımız kainatın tümü alem-i şehadet’i oluşturur.
 
Yola Girenlere Dair
 
Avam; dinî ilimlere vâkıf olmayan sıradan halk için kullanılan bir kelimedir. Tasavvuftaki manasıyla ise, nefsinin arzu ve isteklerine boyun eğmiş veya nefsinin terbiyesine henüz muvaffak olamamış herkes için kullanılır.
 
Derviş; bir mürşide intisap edip onun terbiyesi altına giren kimsedir.
 
Sufi; erken dönem kaynaklarda, ancak nefsinin terbiye ve tezkiyesini tamamlamış zatlar sufi olarak anılırken, zaman içerisinde bir mürşide intisap ederek tarikate giren herkes için sufi kavramı kullanılır hale gelmiştir. Sofi kelimesi de, Türkçe’de sufi’nin değişmiş halidir.
 
Sâlik; nefsini terbiye için bir mürşide intisab ederek tasavvuf yolunda ilerleyen kimse demektir.
 
Mürid; Hakk’ı arzulayan, talep eden kimsedir. Derviş, sufi, sâlik ve mürid kavramları ilk dönem kaynaklarında kimi farklılıklarla izah edilmiştir. Ancak günümüzde bu kavramlar hemen hemen aynı manayı, Hakk’ın rızasını elde etmek için bir mürşide intisap edip yola revan olmayı işaret etmektedir.
 
Dergâh; bir tarikata bağlı olanların ikâmet ettiği, zikir meclislerinin kurulduğu, tarikat adabının anlatıldığı ve yaşandığı, tasavvuf sohbetlerinin yapıldığı mekân manasına gelir.
 
Tövbe; kulun pişmanlık hissi ile hata ve günahları terk etmesi ve bir daha günahlara dönmemeye azmederek Rabbi’ne yönelmesi, O’na söz vermesidir.
 
İntisap; kulun bir kâmil mürşidle, onun rehberliğinde Hakk’ın rızasını elde etme yolunda yaptığı manevi sözleşmedir.
 
İstikamet; dürüstlük, dinî ve ahlâkî hükümlere uygun bir hayat sürmek, Allah’a itaat edip Hz. Peygamber s.a.v.’in sünnetine uymak manalarına gelir. Kulun, tövbe ettikten sonra günahlara tekrar dönmemesi ve salih amellere devamı istikametin temel esasıdır. Kur’an ve Sünnet’e bağlılığın, yani istikametin önemine işaretle büyükler de şöyle buyurmaktadırlar: “En büyük ve hakiki keramet, istikamettir.”
 
Yol Göstericiler
 
Veli; dost, yâr, sevgili manalarına gelir. Tasavvufta Hakk’ın dostu ve sevgili kulu anlamındadır.
 
Evliya kelimesi de veli kelimesinin çoğulu olup veliler manasına gelir.
 
Velayet ise velilik makamının adıdır. Velayet, biri genel diğeri özel, iki kısma ayrılır. Genel velayet, bütün müminleri içeren genel bir makamdır. Elinden geldiğince Hakk’ın rızasını elde etmek için Kur’an ve Sünnet’e bağlı yaşamaya çalışan müminler bu makamdadır. Özel velayet ise, veli kelimesinin tarifinde zikrettiğimiz veli zatların makamıdır.
 
Kemâl; olgunluk, mükemmellik manasına gelir. Tasavvufî manada, nefsin arzu ve isteklerinden hürriyetini kazanmış, nefsin teşvik ettiği kötü ahlâklardan sıyrılmış olmaktır. Kemalât ise kemalin çoğuludur.
 
İnsan-ı Kâmil; Hakk’ın rızasına nail olmuş ve konuşmasında, oturmasında, kalkmasında, yemesi içmesinde, bütün işlerinde her an Hak ile olan Allah’ın sevgili kuludur. Bu manada bütün peygamberler insan-ı kâmildir ve onların en kâmili Efendimiz s.a.v.’dir. Evliyaullah da, Efendimiz’in mirasçıları ve halifeleri olmaları sebebiyle insan-ı kâmildirler.
 
Havas; Allah’tan gayrısını kalbinden çıkarmış, nefsini terbiye etmiş ve Allah’ı gerçek manada tanıyan, bilen zattır, Allah eridir.
 
Ebrar; Allah Tealâ nezdinde makamı üstün olan veliler için kullanılır.
 
Mukarreb; ebrar makamının da üstünde bulunan veliler için kullanılır. Kulun Rabbi katındaki kıymeti; amel, ihlâs ve muhabbeti ile doğru orantılıdır. Sadece Allah’ın rızasını gaye edinerek yaşayan veli zatların da Allah nezdindeki dereceleri bu bakımdan farklı farklıdır.
 
İrşad; rehberlik etmek, gafletten uyandırma, Hak ve hakikat yolunu gösterme manalarına gelir.
 
Mürşid; irşad vazifesini icra eden zata denir. Bu manada Hakk’a çağıran herkes mürşid olarak anılabilir. Hakiki mürşid yani mürşid-i kâmil, ancak nefsini terbiye ederek Allah’tan gayrısını kalbinden çıkarmış ve bir mürşid-i kâmilin irşada ehil olduğuna dair kendisine onay vermesi ile irşad vazifesine başlamış kimsedir.
 
Sâdât; efendi, bey gibi anlamlara gelen Arapça “seyyid” kelimesinin çoğuludur. Seyyid, ayrıca Peygamber Efendimiz s.a.v.’in soyundan gelenler için de kullanılmaktadır. Tasavvufî manası itibariyle sâdât, tasavvuf yolunun büyükleri için kullanılan bir tabirdir.
 
Sâdât-ı Kirâm ise, yüce seyyidler manasına gelmekte olup, yine tasavvuf büyükleri için kullanılan bir övgü ifadesidir.
 
Gavs; yaşadığı dönemde en yüksek manevi makama sahip olan zata denir.
 
Kutub; kimi alimlerce gavsla aynı anlamda kullanılırken, kimi alimler de kutbu gavsın yardımcısı olarak nitelendirmişlerdir.
 
Allah nezdinde en şerefli ve en kıymetli kimsenin Allah’a hakkıyla kulluk eden kimse olduğu Kur’an’da bildirilmektedir (Hucurat, 13). Bu bakımdan her kulun Allah nezdinde kıymeti, manevi makamı; ilmi, ameli ve ihlâsı nispetinde farklı farklıdır.
 
Halife; bir kimsenin yerine geçen, ona vekil olan kimsedir. Hilafet de bu makamın adıdır. Tasavvufî bir terim olarak halife, mürşidinin gözetiminde manevi terbiyesini tamamlamış ve insanları irşada ehil olduğu mürşidi tarafından onaylanan zattır. Mürşidi kendisine irşad izni verirse kendi adına irşad edebilir.
 
Müridlerin İşleri
 
Seyr ü Sülûk; mürşid-i kâmil’in nezaretinde çıkılan manevi ve ruhî yolculuktur.
 
Terakki de, bu yolculukta yol almak, mesafe kaydetmek manasında kullanılır. Mürid, nefsini terbiye edip günahtan ve kötü ahlâklardan uzaklaştığı ölçüde terakki eder. Nefsin ilk mertebesinden başlayarak mürşidinin Kur’an ve Sünnet çerçevesinde takip ettirdiği yöntemle son mertebeye kadar çıkarak Allah’ın razı olduğu kullar zümresine dahil olur.
 
Tasfiye; ruhun asıl saf haline dönmesi için arınmasıdır.
 
Tezkiye de aslen kötülüğü emreden nefsin Allah’ın zikri ile temizlenmesidir.
 
Her iki kelime de arındırma, pak ve temiz hale getirmeyi kasteder. Dünyaya saf ve temiz bir ruhla gelen insan, âkil-bâliğ olduktan sonra işlemiş olduğu hata ve günahlarla nefsine mağlup düşerek kalbini ve ruhunu manevi manada kirletir. Tasfiye ve tezkiye ile ruhun manevi kirlerden arınması ve nefsin olgunlaşması ancak tövbe edip salih ameller işlemek ve bir mürşid-i kâmil’in gözetiminde seyr ü sülûk ile mümkündür.
 
Edeb; müridin, her konuda haddini bilip sınırı aşmaması, Kur’an ve Sünnet çerçevesinde Allah’a isyandan uzak durup intisap ettiği kâmil mürşidin sözüne riayet etmesidir.
 
Zikr; anmak, hatırlamak gibi manalara gelir. Tasavvufî anlamda her an Allah’ı hatırlamak, O’nun ismini dille veya kalple tekrarlamak, hiçbir an O’ndan gafil olmamak demektir.
 
Vird ise belirli bir dua veya zikri düzenli bir şekilde sabit aralıklarla okumak manasındadır. Müride mürşidi tarafından ders olarak verilen ve müridin günlük vazifesini oluşturan dua ve zikirlerin tümüdür. Vird kelimesi günümüzde sadece günlük zikir dersi için kullanılır hale gelmiştir.
 
Cehrî; açıktan, aşikâr demektir. Cehrî zikir de müridin sesli olarak icra ettiği zikirdir. Kadiriyye, Halvetiyye gibi tarikatlarda zikir cehrî olarak icra edilir.
 
Hafî; gizli manasına gelir. Hafî zikir de kalp zikri olarak da bilinmektedir ve müridin sessiz bir şekilde kalpten icra ettiği zikre denir. Nakşibendiyye tarikatında zikir hafî olarak icra edilir.
 
Rabıta; Allah’ın nuru ve edebiyle süslenmiş kâmil bir mürşide kalbi bağlamaktan ibarettir. Zira kâmil mürşid, hadiste de ifade edildiği üzere, görüldüğünde Allah’ı hatırlatan kimsedir (İbn Mace, Zühd, 4; nr. 4119). Allah’ın zatını düşünmek imkansız olduğuna göre, O’nun yarattıkları içerisindeki en kâmil varlığı, Hz. Peygamber s.a.v.’in mirasçısı ve halifesini düşünmekten daha güzel ne olabilir? Mürid, mürşidinin suretini hayaline alarak onun huzurundayken takındığı edebi gıyabında da takınır ve Hakk’ın razı olmadığı şeylerden kaçınır. Rabıta vesilesiyle, kalbi ilahî nur ve feyzlerin merkezi hükmünde olan mürşidden müridin kalbine ilahî nur ve feyz akar. Bu da müridin terbiyesi için gerekli bir husustur.
 
İstimdad; imdad istemek, meded ummak, acil yardım talebinde bulunmak manalarına gelir. Tasavvufî manada bir kimsenin evliyaullahtan yardım istemesi anlamında kullanılır. Allah dilerse kişinin bu yardım talebini o zata duyurur. Allah nezdinde makamı yüksek olan o zat da yardım isteyen kimse için Hakk’a yakarır. Hak Tealâ’nın duaya icabet etmesi durumunda yardım yerine ulaşır.
 
İstimdatta yardımın doğrudan Hak’tan değil de bir veli zat vasıtasıyla istenmesi, o veli zatın Hak katındaki kıymeti ile irtibatlıdır. Elbette nefsini terbiye ederek Allah’ın sevgisine mazhar olmuş bir zatın duası ile nefsinin isteklerine teslim olmuş birinin duası aynı değildir.
 
Sohbet; arkadaşlık yapmak, hasbihal etmek, yoldaş olmak, beraberlik, yakınlık gibi manalara gelir. Tasavvufî manası itibariyle kâmil mürşidin müridine veya ehil bir kimsenin müridlere yapmış olduğu vaaz ve nasihat sohbet olduğu gibi, mürşidin huzurunda bulunmak veya onunla kalbî beraberlik da sohbettir. Ubeydullah Ahrar k.s. “Sadıklarla beraber olunuz.” (Tevbe, 9) ayetini açıklarken, kâmil mürşidle daimî bir sohbet halinin, yani onunla kalbî rabıtanın kuvvetli tutulması gerektiğini belirtmiştir. Bu sebeple, Şâh-ı Nakşibend k.s.’nin “Bizim yolumuz sohbet yoludur” sözünü her iki şekilde anlamak da mümkündür.
 
Tefekkür, düşünmek demektir. Kulun kainatı ve içindekileri düşünerek bunların ardındaki hakiki kuvveti, Allah Tealâ’nın hikmet ve kudretini fark ederek kalben O’nu anmasıdır. “Bir saatlik tefekkür, bir yıllık (nafile) ibadetten hayırlıdır.” (Suyûtî, Câmiü’s-Sagîr, 2/127) hadis-i şerifinde de, bir saat Hakk’ın kudret ve azametini tefekkür ederek kulun acziyetini idrak etmesinin, bir yıl acziyetini idrak etmeden, benlik içerisinde kıldığı nafile namazlardan hayırlı olduğu belirtilmektedir.
 
Muhasebe; “(Ahiret günü) hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz” hadisinin gereği olarak kulun nefsini, işlemiş olduğu ameller açısından her an hesaba çekmesi, değerlendirmesi ve ona göre hayatına çekidüzen vermesidir.
 
Murakabe; kulun, Allah Tealâ’nın her an ve her yerde hazır ve nazır olduğu ve kendisini görüp işittiği şuurunda olması, her an Allah’ın huzurundaymışçasına edeple hareket etmesidir.
 
Mücahede; gayret etmek, çalışmak manasına gelen “cehd” kökünden türemiştir. Sırf Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu elde etmek ve ahlâkın güzelleşmesi için gösterilen bütün bu çaba ve gayretler mücahede kapsamına girer.
 
Halvet; Allah Tealâ’yla birlikte olmak için zahiren veya kalben halktan uzaklaşarak inzivaya çekilmek, yalnızlığı tercih edip bütün vakti ibadet ve taatle geçirmektir. Tarikatlara göre halvetin uygulanışı da farklılık göstermiştir. Zahirî halvet, müridin gerçek anlamıyla insanlardan uzakta köşesine çekilip ibadet ve taatte bulunmasıdır. Nakşibendiyye yolunun öngördüğü halvet ise, halk içinde Hak’la olmayı tavsiye eder (halvet der encümen). Bu şekilde halvete giren mürit dünya işlerine her zamanki gibi devam eder, fakat kalben sürekli Allah ile beraberdir.
 
Hizmet; kişinin Allah rızasını gözeterek aklı, ilmi, malı ve canıyla insanlara faydalı olması, imkan nisbetinde dertlilerin derdine koşmasıdır. Hizmet, mürşid gözetimindeki nefs terbiyesinin bir parçasıdır. Ancak hizmetin asıl maksadı perdelemesi de sık görülen bir durumdur. Müridin hizmetten fayda görmesi için mürşidinin Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği sınırlara azami dikkat etmesi gerekir.
 
Teveccüh; bir şeye yönelmek, onunla ciddi olarak ilgilenmek manasına gelir. Tasavvufî manası, müridin mürşidini rabıta ederek kalben ona yönelmesi, mürşidin de müridinin hasta kalbine yönelerek onun tedavisi ile ilgilenmesidir. Bu yönüyle teveccüh muhabbet rabıtasının bir şeklidir. Bir terbiye metodu olarak teveccühün normal rabıtadan farkı, teveccühün mürid mürşidinin huzurunda iken yapılmasıdır.
 
Mürşidlerin İşleri
 
Nazar; bir şeye bakmak anlamına gelir. Tasavvufî anlamı itibariyle mürşidin müridine bakmasıdır. Mürşidin bu bakışı sıradan bir bakış değildir; zira o Allah’ın nuru ile müridin hem suretine hem de kalbine nazar eder. Onun nazarı ile ilahî feyz mürşidden müridin kalbine akar. Bu manada, mürşidin nazarının müridin terbiyesinde tesiri çok büyüktür.
 
Görmek ve görülmek manevi hayat için büyük önem taşır. Sahabilerin önemli bir kısmı sadece Allah Rasulü s.a.v.’i görerek hidayet bulmuşlar, sahabi olmuşlardır. Tasavvuf tarihinde sadece mürşidi görerek ya da mürşid tarafından görüldüğü için büyük değişim geçirerek yüzünü Hakk’a dönen sayısız insan vardır.
 
Himmet; kulun bir şeyi elde etmek gayesiyle veya kendisini ya da başkasını kemale erdirmek için kalben Cenab-ı Hakk’a yönelmesidir. Allah’ın kuluna olan ihsanı, kulun kalben Allah’a ne kadar yöneldiğiyle irtibatlıdır. Allah nezdinde kıymeti daha yüce olan mürşidin himmeti ile kastedilen ise, onun müridi için Allah’a kalben yönelmesi, dua etmesi ve Allah dilediği takdirde talep edilen şeyin gerçekleşmesidir.
 
Tasarruf; idare etmek, faaliyet göstermek, yetkiyi kullanarak iş yapmak gibi manalara gelir. Tasavvufta ise evliyaullahın Allah’ın izni ve lütfuyla insanlara ve eşyaya  hükmetmesidir. Bu bir yönüyle keramettir. İradelerini Allah’ın iradesine tamamen teslim eden evliyaullah, bu durumu sobadan maşayla ateş almaya benzetirler. Ateşi alan hakikatte maşa olmadığı gibi, evliyanın tasarrufunda da esas olarak işi yapan, neticeyi yaratan Allah’tır.
 
Keramet; tabiattaki sebep-sonuç ilişkilerini aşan harikulade, olağanüstü durumlara denir. Peygamberlerden ortaya çıkan böyle durumlar mucize iken, velilerden zuhur edenler keramettir. Evliyaullah, hiçbir sebep yokken gösteriş amaçlı keramet göstermeyi hoş görmemiştir. Şu da bilinmelidir ki, bir kimsenin söz ve fiillerinde Kur’an ve Sünnet’e uymayan bir şey varsa, ondan meydana gelen ve olağanüstü haller bâtıldır ve onlara itibar edilmez. Zira hakiki keramet Kur’an ve Sünnet çizgisinde istikametten ibarettir.
 
Nisbet; ilgi, bağ gibi manalara gelir. Tasavvufî manasıyla mürşid ile müridi arasındaki manevi bağa işaret eder. Vird, hatme, rabıta ve mürşidin veya diğer evliyaullahın sohbeti ile Hakk’ın rahmetine vesile olan diğer fiiller, mürid ile mürşidi arasındaki manevi bağı, yani nisbeti kuvvetlendiren ve besleyen hususlardır.
 
İstenmeyen Haller
 
Enaniyet; benlik anlamına gelir. Yapıp ettiklerini kendisine nispet eden, ben yaptım ben ettim, ben başardım gibi cümlelerle kendisini öne çıkaran, gerçek kudret sahibi Hak Tealâ’dan gafil olan kimse benlik yapmaktadır. Özellikle ilk başta niyetleri Allah rızası olan hizmet erlerinin enaniyete düşmesi, yapıp ettikleri hizmeti kendilerine mal etme tehlikesi daima mevcuttur. Bu manada enaniyet son derece tehlikeli manevi bir hastalıktır ve tedavi edilmediği takdirde sahibinin küfre düşmesi bile mümkündür.
 
Heva; nefsin, hoşuna giden şeye meyletmesi, dinin bu konudaki hükmünü dikkate almadan arzularını tatmin etmek istemesidir. Dolayısıyla müridin, nefsinin arzuladığı her şeyi yerine getirmesi, hevasına tabi olduğu manasına gelir.
 
Gaflet; kalbin Allah’ın zikri ile meşgul olmaması, Allah’ın kainattaki ince ve hikmetli sanatından ve kudretinden kulun habersiz kalmasıdır. Günlük hayatının bir kısmında zikir ile meşgul olmak, kimi zaman ilahî kudreti düşünerek tefekkür etmek kişiyi o an için gaflet halinden uzaklaştırsa da, aslolan günün her saati kalbin Hak’tan gayrısıyla meşgul olmamasıdır. Rabıta, hatme, vird, sohbet gibi tarikat usulleri hep bu hali elde etmek içindir.
 
Zulmet; karanlık anlamına gelen bir kelimedir. Tasavvufta ise şu içerisinde yaşadığımız maddi alem için kullanılmaktadır. Zira bu alemdeki her şey, kul ile Rabbi arasında bir perde, kulun ilahî nura erişmesine birer engeldir. Onun içindir ki sufiler, nefsinin esiri olmuş ve kalp aynası paslı kimselerin zulmette, yani manevi bir karanlıkta olduğunu belirtmiştir. Kul nefsini terbiye eder, kalp aynasını Allah’ın zikri ile parlatırsa Hakk’ın nuru kalbinde yansıyacak ve şu maddi alemdeki varlıkların özünü idrak ederek Rabbi’ne hakkıyla kulluk edecektir.
 
Masiva; kul ile Rabbi arasında perde olan, Hak’tan gayrı her şey, yani bütün yaratılmışlardır.
 
Bilgi Çeşitleri
 
İrfan; bilmek manasına gelir. İrfan’ı diğer bilgilerden ayıran husus, bu bilginin öğrenmekle değil, nefsin terbiye ve tezkiyesi sonucunda Hak Tealâ’nın bir ihsanı olarak manevi yolla elde edilmesidir.
 
Ârif ise bu manevi bilgi sahibine denir. Arif, Allah’tan gayrısını kalbinden çıkarmış, nefsini terbiye etmiş ve Allah’ı gerçek manada tanıyan, bilen kimsedir ve bu bilgiye keşf ve müşahede ile erişmiştir. Böyle zatlara “ârif-i billah” da denilmektedir. Dine hakkıyla bağlı kalıp tasavvufun gereklerini yerine getiren kimse hakikate erer ve bunun gereğini yaşar.
 
Marifet ve onunla aynı manaya işaret eden Marifetullah; hakikat mertebesinde müritte mana yönüyle oluşan ve Allah’ı hakkıyla bilmek olarak tarif edilen bilgidir.
 
Feraset; ilham, keşif, sezgi, keskin zekâ, kalp gözü ile görmek gibi manalara gelir. Allah Rasulü s.a.v.’in, “Müminin ferasetinden çekininiz, zira o Allah’ın nuru ile bakar.” beyanı, Allah’ın emir ve yasaklarına hakkıyla riayet eden, ihlâsı elde etmiş kulların haline işaret etmektedir.
 
Hikmet; bir bilgi çeşididir, hakikatin bilgisi manasına gelir. Kulun ilmiyle amel etmesi ve bu amelinde ihlâslı olması neticesinde ona Allah tarafından bahşedilir. Hikmeti elde eden kimse kainatta olup biten hadiselerin ardındaki ilahî sırrı idrak eder ve o nispette Hak katında kıymetli hale gelir.
 
İlham; Allah tarafından kulun kalbine bildirilen mana, kalpte meydana gelen bilgidir. İmam Rabbanî k.s., kulun kalbine gelen bu tür manaların, yani ilhamın sahih bilgi olarak kabul edilebilmesi için, Ehl-i Sünnet alimlerinin ortaya koydukları din ilmine uygunluğunu şart koşmuş, aksi durumda ilham ile gelen bilginin terk edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Zira kul, kalbine doğan bir düşünceyi ilahî feyz zannederek uygulamaya kalkar, ancak o düşüncenin nefs ve şeytanın kalbe saldığı bir vesvese olma ihtimali vardır.
 
Havâtır; kalbe gelen his ve düşüncelerdir. Bu düşünceler Allah Tealâ’dan veya meleklerden gelebileceği gibi şeytan veya nefsten de gelebilir. Alimler, bunların nasıl ayırt edilebileceği hakkında şunları söylemektedir: Kalbe gelen düşünce şayet dinin öngördüğü hükümlere ve ölçülere uyuyorsa Hak katından veya meleklerdendir, aksi durumda şeytandandır. Bu düşünce ruhsatlar veya şüpheli şeyler hakkında ise nefstendir. Eğer bu ölçüyle kalbe gelen düşünce hakkında tam bir kanaat oluşmadıysa o düşünceyi Allah’ın salih kullarının söz ve fiilleri ile tartmak gerekir. Onların söz ve fiilleri ile uyum halinde ise Hak katındandır, aksi durumda ise şeytandandır. Eğer bunlarla da o düşünce hakkında emin olunmadıysa nefsin arzu ve istek duyup duymadığına bakılır. Nefs bütün varlığı ile o düşünceye meylediyorsa ondan, aksi durumda Hak katındandır.
 
İlm-i Ledün (Bâtın ilmi); Allah katından bahşedilen ilimdir. Bu ilim kitaplardan, hocalardan öğrenilmez. Kur’an’da Hz. Musa a.s. ile Hz. Hızır a.s. arasındaki geçen hadise, ledün ilmi hakkında bize yeterli bilgiyi vermektedir.
 
Keşf; açığa çıkarma, sezme, tahmin etme manalarına gelir.
 
Mükaşefe ise gözle görünmeyen şeylerin, kimi hakikatlerin keşf yoluyla görülmesi ve bilinmesidir. Bu da kalbin zikrullah ile temizlenip saflaşması neticesinde meydana gelir. Kur’an ve Sünnet’le çelişmeyen keşf haktır. Şu da bilinmelidir ki, müridin keşfi gaye edinmesi doğru değildir. Gaye Kur’an ve Sünnet’e uygun bir hayat sürmektir. Alimler, “Keşfî bilgi sahibi için delildir, başkalarının bu bilgiyle amel etmesi istenemez.” derler.
 
Sır; kul ile Rabbi arasında gizli kalan hallere denir. Bu manada sır, gönül ehlinden ve keşf sahiplerinden başkasının idrak edemediği manevi bilgiler ve duygulardır.
 
Yakîn; şüphe ve tereddüde yer bırakmayan, delilleriyle kesin olarak sahip olunan bilgidir.
 
Sehl b. Abdullah Tüsterî k.s. şöye buyurmuştur: “İçinde Allah Tealâ’dan başkasıyla sükûn ve huzur olan bir kalbe, yakînin kokusunu koklamak haramdır.” Buradan da anlaşıldığı üzere sufiler yakîn bilgiyi kulun Rabbi ile münasebeti çerçevesinde ele almışlardır. Onlar yakîni üç mertebede değerlendirmiş ve bu üç mertebenin aynı manayı ifade ettiğini ancak aralarında ince farklar bulunduğunu belirtmişlerdir.
 
İlme’l-Yakîn; kesin bir delile dayanan ve her akıl sahibinin elde edebileceği bilgidir.
 
Ayne’l-Yakîn; görmek suretiyle elde edilen bilgidir. Sufilerin ayne’l-yakin ile kastettikleri, gözle görünen hakikatler değil, keşf yolu ile görülen gayba dair hakikatlerdir. Bunların da görülmesi ancak keşf ehli için mümkündür.
 
Hakka’l-Yakîn; delilleriyle bilinen ve keşf yolu ile görülen hakikatleri yaşayarak, onları tecrübe ederek elde edilen bilgidir. Hakka’l-yakîn makamı da ancak Hakk’ın rızasına nail olmuş veli zatların eriştiği bir makamdır.
 
Bu üç aşamayı, bal hakkında bilgisi olan, balı gören ve en nihayetinde baldan tadan kimsenin hali ile izah da mümkündür. Görüleceği gibi öncelikli mesele balın varlığına şeksiz şüphesiz inanmaktır. Ondan sonraki aşamalar bu imanın kemâle ermiş, olgunlaşmış halidir.
 
Duygular, Coşkular
 
Aşk; aşırı derecedeki sevgi ve muhabbette sınırı aşma anlamlarına gelir. Mecazi ve hakiki olmak üzere iki kısımda değerlendirilmiştir. Mecazi aşk mahlukata karşı hissedilen sevgidir. Tasavvuf literatüründe kullanılan aşk ise hakiki aşktır ve Allah’a duyulan sevgiyi temsil eder. Allah’ı bilmek ve tanımak, yani marifet ancak aşk ile mümkündür.
 
Sufiler, Şeriat’ın emir ve yasaklarından kıl kadar sapan kişinin ilahî aşk iddiasını yalan saymıştır.
 
Muhabbetullah da hakiki aşk ile aynı manada kullanılmaktadır. Bu sebepledir ki, ârif zatlar muhabbetullahsız bir nefs terbiyesinin mümkün olmadığını vurgulamaktadırlar.
 
Feyz; Allah’tan gelen ilahî rahmet tecellisi, bir diğer manasıyla manevi haldir. Bütün feyzlerin kaynağı Hak Tealâ olmakla birlikte, manevi mertebeleri sebebiyle her an Hakk’ın nuru ile nazar eden mürşid-i kâmiller de ilahî feyzin elde edilmesine vesiledir. Sırf Allah’ın rızası gözetilerek yapılan her işte ilahî feyzin kalbe akacağı muhakkaktır.
 
Cezbe; sâlikin beşerî sıfatlardan sıyrılarak ilahî sıfatları kazanma ve tecellileri müşahede etmesi anlamındadır. Cezbe halinde, Allah’ın kulu kendi tarafına çekmesi söz konusudur. Sufilerden cezbe esnasında feryad u figan eden, ah edip inleyen ve farklı şekillerde cezbe halini izhar edenler olduğu gibi, her zaman cezbe halinde olup da bunu dışa aksettirmeyenler de vardır.
 
Meczub; halk arasında akıl sağlığı yerinde olmayana denir. Fakat bir tasavvuf terimi olarak meczub, cezbe halindeki sâlik için kullanılmaktadır.
 
İstiğrak ise sâlikin içinde bulunduğu manevi hallere dalması ve Rabbiyle başbaşa kalması sebebiyle kendisini ve çevresinde olanları görememesi ya da unutmasıdır.
 
Vecd; en genel manasıyla, sâlikin herhangi bir çabası, zorlaması olmadan Hak katından kalbe gelen haldir. Vecd halinde salik kendinden geçer ve bu yönüyle istiğrak ile benzeşir.
 
Hal; ilahî bir lütuf olarak sâlikin kalbine gelen his ve bunun ruh ve bedenine yansımasıdır. Müridin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi haller, onun gayreti ve çalışması olmadan gelir ve gider, yani geçicidir.
 
İç Dünyada Yolculuk
 
Latife; tasavvufî manası itibariyle, insan vücudunda bulunan manevi cevherdir.
 
Letâif ise latifenin çoğuludur ve vücutta bulunan bütün manevi cevherler için kullanılır. Latifeler gözle görülmezler, ancak gördükleri vazifeler vasıtasıyla bilinirler. Bunlar, kalp, ruh, sır, hafi ve ahfâ’dır. Müridin, mürşidinin kendisi için belirlediği günlük zikrine devam etmesi neticesinde latifeler sırasıyla harekete geçer ve kul her zerresiyle Hakk’tan gelen nuru hisseder. Latifelerin aslına kavuşması seyri sülûkun tamamlanmasında önemli bir basamaktır.
 
Nefs; insanın şahsı, bir şeyin varlığı, zatı, hakikati gibi manalara gelir. Tasavvufî manasıyla, kulun iradesine tesir edebilen ve sıfatları değişebilen latif bir cevherdir. Bedenin varlığı ruhun varlığına bağlı olduğu gibi nefsin varlığı da aynen böyledir. İmam Kuşeyrî k.s., nefs ile kastedilenin, kulun sahip olduğu bozuk sıfatlar ile kötülenen ahlâk ve fiilleri olduğunu belirtir.  Bu sebeple tasavvuf yolunda, Hakk’ın rızasını elde etme gayesiyle nefs terbiyesi esas alınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, nefsin sıfatları zikredilmiş ve sufiler de bu sıfatları en aşağısından en kâmiline kadar şu şekilde sıralamışlardır:
 
Nefs-i Emmare; devamlı kötülük yapmayı emreden nefstir ve nefsin en aşağı sıfatıdır. Nefs-i emmare, kişiye doğru olanın kötü fiilleri terk etmek değil, onları yapmak olduğunu telkin eder. Bu haldeyken kişi sadece keyfini, şehvet ve rahatını düşünür. Bunlara ulaşmak için de helal haram sınırlarını tanımayarak her yolu kullanmak ister. Böyle bir kimse samimi tövbe etmeli, nefsini terbiye etmenin yolunu bulmalıdır.
 
Nefs-i Levvame; kendini kınayan nefistir. Bu mertebede kişi bir hata veya haksızlık yaptığında doğru olanın bunu terk etmek olduğunu idrak eder ve pişmanlık duyar, kendisini kınar. Fakat aynı hata ve günaha tekrar düşebilir, iyilik ve kötülük arasında daima bocalar. Bu halden kurtulmak için gayrete, nefsin ilahî rahmete ve feyze ihtiyacı vardır.
 
Nefs-i Mülhime; ilham ve keşfe nail olan nefstir. Tövbenin gereğini yerine getiren nefs, günahlardan uzaklaşıp itaate yönelir, haramlardan kaçarak hayra koşar. Bu mertebedeki nefs ruhun safiyeti ile boyanır. Ne var ki şeytan boş durmaz ve o kimseyi Hak’tan uzaklaştırmaya, kibir ve riya gibi hasta fikirlerle ibadet ve taatine leke sürmeye çalışır. Böyle bir kimse kâmil bir mürşidin nezaretinde nefsini terbiye ediyorsa selamettedir. Aksi halde şeytanın hilelerine aldanıp kemale erdiğini zannetme tehlikesi vardır.
 
Nefs-i Mutmainne; huzura kavuşmuş, Hakk’a itaatle tatmin olmuş nefstir. Nefs bu mertebede kötü sıfatların tümünden sıyrılmış, Hak katında övülmüş olan Peygamber s.a.v. ahlâkıyla bezenmiştir. Bu mertebe velayet mertebesi olup, kalp her an huzur ve sükun içindedir.
 
Nefs-i Râdiye; Rabbi’nin kendisi hakkında takdir ettiği her şeye kayıtsız şartsız razı olmuş nefstir. Bu mertebede kişi, “Hoştur bana senden gelen / Ya goncagül yahut diken” mısralarında ifade edilen hali yaşamaktadır ve iradesini Hakk’ın iradesine tamamen teslim etmiştir.
 
Nefs-i Mardiye; Allah’ın kendisinden razı olduğu nefstir. Bu mertebedeki kulun bütün amelleri Hak katında makbuldür. Zira kul iradesini Hakk’ın iradesine teslim etmiş, O’ndan gayrısına iltifatı kesmiştir.
 
Nefs-i Kâmile; kemale, olgunluğa ermiş nefstir. Bu mertebedeki kimseler Allah’ın en has kullarıdır ve Efendimiz s.a.v.’in irşad emanetini taşımaya en layık kimselerdir. Gavs ve kutuplar bu makamdadır.
 
Makam; müridin mürşidinin tavsiyeleri doğrultusunda çalışıp çabalayarak nail olduğu manevi derecedir.
 
Fenâ; bir mürşidin gözetiminde müridin nefsin arzu ve isteklerini yani kötü sıfatlarını yok ederek bunların yerine Allah’ın hoşnut olacağı güzel ahlâk ve sıfatlarla, Hakk’ın sıfatlarıyla bezenmesidir. Müridin bu süreci tamamlaması birkaç aşamada mümkündür. Bunlar sırasıyla “fenâ fi’ş-şeyh”, “fenâ fi’r-rasul” ve “fenâ fi’llah”tır.
 
Fenâ fi’ş-şeyh; mürşidde fani olmak demektir. Müridin mürşidini kâinatta yaşayan en olgun ve kâmil zat olarak görerek onun bütün söz ve hareketlerini taklit etmesiyle gerçekleşir. Mürid, her haliyle mürşidine  benzemeye çalışarak onun sahip olduğu manaya ulaşmaya çalışır.
 
Fenâ fi’r-Rasül; Rasulullah s.a.v.’de fani olmak demektir. Müridin bütün varlığını Rasulullah s.a.v.’in  şahsiyetinde yok etmesidir. Bu hal, Hz. Peygamber s.a.v.’i tam olarak taklit ve ona uymakla mümkün olabilir. Bu da ancak müridin her haliyle mürşidine benzeme çabasında başarılı olmasıyla, yani önce fenâ fi’ş-şeyh mertebesine ermesiyle mümkündür.
 
Fenâ fi’llâh; Allah’ta fani olmaktır. Kulun manen dünya ile ilgisini tamamen ortadan kaldırarak Allah’a yönelmek, “ölmeden önce ölmek” sırrına mazhar olmaktır. Bu makama eren kimse günlük hayatta her türlü dünyevî işle meşgul olsa da esasında her an Rabbi ile beraberdir.
 
Kurb; yakınlık demektir. Kulun, Elest gününde Hakk’a verdiği sözde durarak O’nun emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak O’na yakın olmasıdır. Kudsî hadiste de belirtildiği üzere (Buharî, Rikak, 38) kul farzları işler, sonra nafileleri de işler ve Hak ile münasebeti, yakınlığı o seviyeye gelir ki, Hak Tealâ onun gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olur.
 
Nihaî Hedef
 
İhlâs; gösterişi bırakarak her şeyi Allah rızası için yapmak ve amel esnasında kalbin Allah’tan gayrisiyle meşgul olmamasıdır. İhlâsın niyetle doğrudan ilgisi vardır. Amel, ihlâssız ve niyetsiz ibadete dönüşmez.
 
Fakr; sâlikin kalbindeki dünyalık sevgilerden kurtulup sadece Allah’a muhtaç olma bilincine erişmesidir. Bu haldeki sâlik, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunun ve kendisinin daima O’na muhtaç olduğunun farkındadır. “Ey insanlar, siz fakirsiniz, Allah’a muhtaçsınız.” ayeti de bu duruma işarettir.
 
İhsan; iyilik etmek ve iyi davranmak manalarına geldiği gibi, Allah Rasulü s.a.v.’in beyanı üzere kulun, her ne kadar göremese de Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmesi manasına da gelir. İhsan, ancak nefsin terbiyesi neticesinde erişilebilecek bir makamdır. Kulun tövbe ederek bir mürşid-i kâmile intisap etmesi, bu makama erişebilmek için atması gereken ilk adımdır.
 
Abdurrahman Mıhcıoğlu – Semerkand Dergisi, Mayıs 2013.

 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir