Buradasınız :  Makaleler/ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin (k.s.) Tasavvufa Girişi -1
Kategori:
Makaleler
15219 kez Okunmuş

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri'nin (k.s.) Tasavvufa Girişi -1

Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri Ku­zey Irak’ta Ker­kük’e çok ya­kın olan Sü­ley­ma­ni­ye şeh­ri­nin Ka­ra­dağ ka­sa­ba­sın­da 1193 (1779) yı­lın­da dün­ya­ya gel­di. Ka­ra­dağ hem akar­su­la­rı, bağ­la­rı, bah­çe­le­riy­le hem de âlim se­vi­ye­sin­de me­zun­lar ve­ren med­re­se­le­riy­le şöh­ret­liy­di.

 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri ilk yıl­la­rı­nı bu med­re­se­ler­de ta­mam­la­dı. Tef­sir, ha­dis, ke­lâm ve fı­kıh bil­gi­le­riy­le ta­nın­dı. Dev­rin bü­tün İs­lâ­mî kla­sik eser­le­ri­ni öğ­ren­di. Er­gen­lik dö­ne­mi­ne gel­di­ğin­de yaz­dı­ğı şi­ir­ler­le gö­nül­le­ri fet­het­ti. Ken­di­ne öz­gü bir dün­ya­sı var­dı; da­ha o dö­nem­ler­de mad­dî is­tek­ler­den arın­dı­rıl­mış­tı; aç­lık bi­ne­ği­ne bin­miş, uy­ku­suz­lu­ğu ise yol ara­cı edin­miş­ti. Ço­cuk­luk dö­ne­min­de halk­tan ay­rı ya­şa­ma­yı çok sev­miş­ti.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri bir müd­det son­ra il­min gös­ter­di­ği ışı­ğın iz­le­ri­ni ta­kip ede­rek, pek çok âli­min ders hal­ka­sı­na ka­tıl­ma­ya baş­la­dı. Bu du­rum onu, va­ta­nı ve ai­le­sin­den ay­rı kal­ma­ya sev­ket­ti. Sü­ley­ma­ni­ye’de Mol­la Mu­ham­med Sâ­lih, Şeyh Ab­dul­lah Har­pû­tî, Mol­la­zâ­de Ab­dür­ra­him, Şeyh Mu­ham­med Ka­sım gi­bi ön­de ge­len âlim­ler­den ve dev­rin özel­lik­le iki bü­yük âli­mi Şeyh Sey­yid Ab­dül­ke­rim ve Ab­dür­ra­him Ber­zen­cî kar­deş­ler­den zâ­hi­rî ders­le­ri­ni ta­mam­la­dı, icâ­zet al­dı.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri med­re­se­den me­zun ol­duk­tan son­ra ar­tık bü­tün za­man­la­rı­nı ilim ve iba­det­le ge­çir­me­ye baş­la­dı. Ger­çi o, ken­di­si­ni mü­der­ris­li­ğe lâ­yık gör­mü­yor­du, ama Ka­ra­dağ’ın Ba­ban böl­ge­si va­li­si İb­ra­him Pa­şa, ken­di mem­le­ke­tin­de onun mü­der­ris ol­ma­sı­nı çok ar­zu­lu­yor­du. Hat­ta ba­ba­sı da bu­nu çok is­ti­yor­du. An­cak o he­nüz icâ­zet al­ma­dı­ğı ders­le­ri ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yor, bü­tün bu is­tek­le­re,
 
“He­nüz tek­lif et­ti­ği­niz gö­rev­le­re ha­zır de­ği­lim” di­ye ce­vap ve­ri­yor­du.
 
Son­ra Se­nen­dec’e gel­di. Bu­ra­da dev­rin bü­yük ast­ro­no­mi âlim­le­ri var­dı; ör­ne­ğin Şeyh Mu­ham­med Se­nen­de­cî gi­bi... Bu zat, dö­ne­min Ali Kuş­çu’su di­ye anı­lı­yor­du.170 Onun ders­le­ri­ne ka­tıl­dı, icâ­zet al­dı. 1213 (1799) yı­lın­da ise he­nüz yir­mi ya­şın­day­ken mem­le­ke­ti­ne ge­ri­ dön­dü.
 
O za­man Sü­ley­ma­ni­ye’de ve­ba sal­gı­nı baş gös­ter­miş­ti. Ken­di­sin­den icâ­zet­nâ­me al­dı­ğı ho­ca­sı Şeyh Sey­yid Ab­dül­ke­rim Ber­zen­cî de ve­fat et­miş­ti. Onun ve­fa­tı üze­ri­ne med­re­se­de mü­der­ris­li­ği ka­bul et­ti. Ders ver­me­ye baş­la­dı. Her ha­liy­le in­san­la­ra ör­nek­ti. Dün­ye­vî hır­sı yok­tu. Va­li­ler ve yö­ne­ti­ci­ler onun aya­ğı­na ge­lir­di. Söz­le­ri ge­çer­li, dav­ra­nış­la­rı öv­gü­ye lâ­yık­tı. Ta­şı­dı­ğı sı­fat­la­rın hak­kı­nı ve­ri­yor­du. An­cak ara­da ge­çen za­man için­de ilâ­hî bir kuv­vet onu bam­baş­ka bir dün­ya­ya yön­len­dir­di.
 
Kâ­be-i Mu­az­za­ma’ya, Me­di­ne-i Mü­nev­ve­re’ye...
 
 
Hac Yol­cu­lu­ğu
 
1220 (1805) yıl­la­rıy­dı...
 
Bü­tün dün­ye­vî ar­zu ve is­tek­le­ri­ni bir ya­na bı­rak­tı. Tüm is­te­ği Mek­ke-i Mü­ker­re­me’ye ulaş­mak, ya­ra­tıl­mış­la­rın en ha­yır­lı­sı Hazreti Mu­ham­med Mus­ta­fa Efen­di­miz’in (s.a.v) mü­ba­rek kab­ri­ni zi­ya­ret et­mek­ti.
 
Hac yol­cu­lu­ğu­na çık­tı. Yol bo­yun­ca ba­zı ha­dis âlim­le­riy­le gö­rüş­tü. O za­man, ki­mi ha­dis âlim­le­ri var­dı; ha­dis­le­ri se­net ve me­tin­le­riy­le ez­ber­ler, tâ sev­gi­li Pey­gam­be­ri­miz’e (s.a.v) ka­dar bi­li­nen ri­va­yet ta­ri­ki­ni zik­re­de­rek ha­dis nak­le­der­ler­di.171 Ör­ne­ğin Şeyh Mu­ham­med Küz­be­rî gi­bi bu özel­li­ği olan ha­dis âlim­le­rin­den ha­dis din­le­di ve ha­dis nak­le­de­bil­me yet­ki­si (icâ­zet) al­dı. Yi­ne bu za­tın ha­li­fe­si Şeyh Mus­ta­fa Kür­dî’den ta­sav­vu­fî ko­nu­lar­da ve Kâ­di­riy­ye ta­ri­ka­tı­na da­ir de icâ­zet al­dı.
 
Mev­lâ­nâ Hâ­lid-i Bağ­dâ­dî haz­ret­le­ri Mek­ke-i Mü­ker­re­me’de ve Me­di­ne-i Mü­nev­ve­re’de pek çok mâ­ne­vî gü­zel­lik­le­re ta­nık ol­du. On­lar­dan sa­de­ce bir ta­ne­si şöy­le, ken­di­si an­la­tı­yor:
 
“Me­di­ne-i Mü­nev­ve­re’de bu­lun­du­ğum gün­ler­de, öğüt ve­ren, soh­bet eden in­san­la­ra rast­la­dı­ğım­da ken­di­le­ri­ne çok iti­bar edi­yor­dum. Bir de­fa­sın­da Ye­men­li ol­du­ğu­nu öğ­ren­di­ğim sâ­lih bir ki­şiy­le kar­şı­laş­tım. Ri­yâ­zet eh­liy­di. Ta­sav­vu­fî mer­te­be­le­re ri­yâ­zet ya­pa­rak iler­le­di­ği­ni an­la­dım. İl­mi çok­tu. Nef­si­ni ıs­lah et­miş­ti. Âlim­di, ve­liy­di, mür­şid-i kâ­mil­di. Ce­nâb-ı Hakk’ın rı­zâ ma­ka­mın­da sev­di­ği sâ­lih bir ku­luy­du. Ba­na şöy­le de­di:
 
‘Mek­ke-i Mü­ker­re­me’de bu­lun­du­ğun sı­ra­da, yan­lış ol­du­ğu­nu zan­net­ti­ğin bir uy­gu­la­ma gö­rür­sen, he­men kar­şı çık­ma. Ora­sı be­re­ket­li top­rak­lar­dır. Ki­min na­sıl bir kul ol­du­ğu­nu Al­lah bi­lir.’
 
Ara­dan za­man geç­ti. Ben Mek­ke-i Mü­ker­re­me’ye git­tim. Baş­ta Bey­tul­lah ol­mak üze­re her şey çok dik­ka­ti­mi çe­ki­yor­du. Tüm ha­re­ket­le­ri­me dik­kat et­tim.
 
Bir cu­ma gü­nüy­dü. Bey­tul­lah’a yö­nel­dim. Na­maz kıl­dım, ta­vaf et­tim, son­ra da De­lâ­ilü’l-Hay­rât’ı oku­ma­ya baş­la­dım.172 O sı­ra­da bi­ri­nin dav­ra­nı­şı çok dik­ka­ti­mi çek­ti. Si­yah sa­kal­lı bir zat sır­tı­nı Kâ­be’nin du­va­rı­na yas­la­mış, ba­na ba­kı­yor­du. O an, bu ki­şi­nin ca­hil ol­du­ğu­nu dü­şün­düm. Her­hal­de o, Bey­tul­lah’a kar­şı sırt dö­nül­me­ye­ce­ği­ni bil­mi­yor de­dim. Onu uyar­mak is­te­dim. Ya­nı­na yak­laş­tım. Yap­tı­ğı yan­lış ha­re­ket­ten (!) do­la­yı tam ken­di­si­ni uyar­mak üze­rey­dim ki be­ni far­ket­ti ve şöy­le de­di:
 
‘Kar­de­şim! Al­lah ka­tın­da mü­mi­ne gös­te­ri­len say­gı, Bey­tul­lah’a gös­te­ri­len hür­met­ten da­ha üs­tün­dür. Mü­mi­nin kal­bi ve Al­lah hu­zu­run­da­ki de­ğe­ri Kâ­be’nin ta­şın­dan da­ha yü­ce­dir. Me­di­ne’de­ki za­tın sa­na söy­le­dik­le­ri­ni ne ça­buk unut­tun!’
 
O za­man ben, ‘Onun Al­lah’ın ve­lî kul­la­rın­dan bi­ri ol­du­ğu­nu an­la­dım. Eli­ni öp­mek is­te­dim. Bel­ki ara­dı­ğım mür­şid-i kâ­mil bu zat­tır’ de­dim. Ken­di­si­ne in­ti­sap et­mek is­te­dim. Bu kez,
 
‘Se­ni ir­şad ede­cek ki­şi bu­ra­da de­ğil’ de­di.
 
Eliy­le Hin­dis­tan ta­ra­fı­nı işa­ret et­ti ve,
 
‘O böl­ge­den sa­na mâ­ne­vî bir işa­ret ge­le­cek’ de­di.
 
O za­man ben, be­ni ir­şad ede­cek mür­şid-i kâ­mi­lin Ha­rem-i şe­rif’­te ol­ma­dı­ğı­na inan­dım.”
 
Devam edecek…
 

 


Bu Yazılarda Dikkatinizi Çekebilir