Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Kuzey Irak’ta Kerkük’e çok yakın olan Süleymaniye şehrinin Karadağ kasabasında 1193 (1779) yılında dünyaya geldi. Karadağ hem akarsuları, bağları, bahçeleriyle hem de âlim seviyesinde mezunlar veren medreseleriyle şöhretliydi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri ilk yıllarını bu medreselerde tamamladı. Tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh bilgileriyle tanındı. Devrin bütün İslâmî klasik eserlerini öğrendi. Ergenlik dönemine geldiğinde yazdığı şiirlerle gönülleri fethetti. Kendine özgü bir dünyası vardı; daha o dönemlerde maddî isteklerden arındırılmıştı; açlık bineğine binmiş, uykusuzluğu ise yol aracı edinmişti. Çocukluk döneminde halktan ayrı yaşamayı çok sevmişti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri bir müddet sonra ilmin gösterdiği ışığın izlerini takip ederek, pek çok âlimin ders halkasına katılmaya başladı. Bu durum onu, vatanı ve ailesinden ayrı kalmaya sevketti. Süleymaniye’de Molla Muhammed Sâlih, Şeyh Abdullah Harpûtî, Mollazâde Abdürrahim, Şeyh Muhammed Kasım gibi önde gelen âlimlerden ve devrin özellikle iki büyük âlimi Şeyh Seyyid Abdülkerim ve Abdürrahim Berzencî kardeşlerden zâhirî derslerini tamamladı, icâzet aldı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri medreseden mezun olduktan sonra artık bütün zamanlarını ilim ve ibadetle geçirmeye başladı. Gerçi o, kendisini müderrisliğe lâyık görmüyordu, ama Karadağ’ın Baban bölgesi valisi İbrahim Paşa, kendi memleketinde onun müderris olmasını çok arzuluyordu. Hatta babası da bunu çok istiyordu. Ancak o henüz icâzet almadığı dersleri olduğunu düşünüyor, bütün bu isteklere,
“Henüz teklif ettiğiniz görevlere hazır değilim” diye cevap veriyordu.
Sonra Senendec’e geldi. Burada devrin büyük astronomi âlimleri vardı; örneğin Şeyh Muhammed Senendecî gibi... Bu zat, dönemin Ali Kuşçu’su diye anılıyordu.170 Onun derslerine katıldı, icâzet aldı. 1213 (1799) yılında ise henüz yirmi yaşındayken memleketine geri döndü.
O zaman Süleymaniye’de veba salgını baş göstermişti. Kendisinden icâzetnâme aldığı hocası Şeyh Seyyid Abdülkerim Berzencî de vefat etmişti. Onun vefatı üzerine medresede müderrisliği kabul etti. Ders vermeye başladı. Her haliyle insanlara örnekti. Dünyevî hırsı yoktu. Valiler ve yöneticiler onun ayağına gelirdi. Sözleri geçerli, davranışları övgüye lâyıktı. Taşıdığı sıfatların hakkını veriyordu. Ancak arada geçen zaman içinde ilâhî bir kuvvet onu bambaşka bir dünyaya yönlendirdi.
Kâbe-i Muazzama’ya, Medine-i Münevvere’ye...
Hac Yolculuğu
1220 (1805) yıllarıydı...
Bütün dünyevî arzu ve isteklerini bir yana bıraktı. Tüm isteği Mekke-i Mükerreme’ye ulaşmak, yaratılmışların en hayırlısı Hazreti Muhammed Mustafa Efendimiz’in (s.a.v) mübarek kabrini ziyaret etmekti.
Hac yolculuğuna çıktı. Yol boyunca bazı hadis âlimleriyle görüştü. O zaman, kimi hadis âlimleri vardı; hadisleri senet ve metinleriyle ezberler, tâ sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v) kadar bilinen rivayet tarikini zikrederek hadis naklederlerdi.171 Örneğin Şeyh Muhammed Küzberî gibi bu özelliği olan hadis âlimlerinden hadis dinledi ve hadis nakledebilme yetkisi (icâzet) aldı. Yine bu zatın halifesi Şeyh Mustafa Kürdî’den tasavvufî konularda ve Kâdiriyye tarikatına dair de icâzet aldı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Mekke-i Mükerreme’de ve Medine-i Münevvere’de pek çok mânevî güzelliklere tanık oldu. Onlardan sadece bir tanesi şöyle, kendisi anlatıyor:
“Medine-i Münevvere’de bulunduğum günlerde, öğüt veren, sohbet eden insanlara rastladığımda kendilerine çok itibar ediyordum. Bir defasında Yemenli olduğunu öğrendiğim sâlih bir kişiyle karşılaştım. Riyâzet ehliydi. Tasavvufî mertebelere riyâzet yaparak ilerlediğini anladım. İlmi çoktu. Nefsini ıslah etmişti. Âlimdi, veliydi, mürşid-i kâmildi. Cenâb-ı Hakk’ın rızâ makamında sevdiği sâlih bir kuluydu. Bana şöyle dedi:
‘Mekke-i Mükerreme’de bulunduğun sırada, yanlış olduğunu zannettiğin bir uygulama görürsen, hemen karşı çıkma. Orası bereketli topraklardır. Kimin nasıl bir kul olduğunu Allah bilir.’
Aradan zaman geçti. Ben Mekke-i Mükerreme’ye gittim. Başta Beytullah olmak üzere her şey çok dikkatimi çekiyordu. Tüm hareketlerime dikkat ettim.
Bir cuma günüydü. Beytullah’a yöneldim. Namaz kıldım, tavaf ettim, sonra da Delâilü’l-Hayrât’ı okumaya başladım.172 O sırada birinin davranışı çok dikkatimi çekti. Siyah sakallı bir zat sırtını Kâbe’nin duvarına yaslamış, bana bakıyordu. O an, bu kişinin cahil olduğunu düşündüm. Herhalde o, Beytullah’a karşı sırt dönülmeyeceğini bilmiyor dedim. Onu uyarmak istedim. Yanına yaklaştım. Yaptığı yanlış hareketten (!) dolayı tam kendisini uyarmak üzereydim ki beni farketti ve şöyle dedi:
‘Kardeşim! Allah katında mümine gösterilen saygı, Beytullah’a gösterilen hürmetten daha üstündür. Müminin kalbi ve Allah huzurundaki değeri Kâbe’nin taşından daha yücedir. Medine’deki zatın sana söylediklerini ne çabuk unuttun!’
O zaman ben, ‘Onun Allah’ın velî kullarından biri olduğunu anladım. Elini öpmek istedim. Belki aradığım mürşid-i kâmil bu zattır’ dedim. Kendisine intisap etmek istedim. Bu kez,
‘Seni irşad edecek kişi burada değil’ dedi.
Eliyle Hindistan tarafını işaret etti ve,
‘O bölgeden sana mânevî bir işaret gelecek’ dedi.
O zaman ben, beni irşad edecek mürşid-i kâmilin Harem-i şerif’te olmadığına inandım.”
Devam edecek…