Tasavvuf, İslâmî geleneğin en eski, en köklü damarlarından biri.
Hem bir ilim, hem bir müessese.
Aynı zamanda çok yanlış anlaşılan, yanlış anlatılan ve kötüye kullanılan bir müessese.
Şimdi yeni ve asıl büyük tehlike karşımızda:
Bir tüketim unsuru olarak sunuluyor tasavvuf.
Lokantada sema gösterilerinden ucuz popüler müziğine, ruhsal rahatlama tekniğinden aşk şiirlerine, bir tasavvuf endüstrisi doğuyor.
Gelin hatırlayalım:
Tasavvuf, zerre taviz vermeden, bütün hükümleriyle İslâm’ı yaşamanın adıdır.
İnsana manevi olgunlaşmanın en seçkin, en etkili yolunu tasavvuf öğretir. Hedefleri ve kendine has yöntemleri bakımından tasavvuf “disiplin”dir.
Tasavvuf için birçok tanım zikredilir. Bu yolun ehli kişiler tarafından yapılmış bu tanımların hemen hepsi, tasavvufun bir yaşama, uygulama işi olduğunda birleşir.
Bakırı Altın Yapmak
Pek çok tasavvuf büyüğünün dediği üzere tasavvufu ister güzel ahlâk, ister nefsi terbiye etmek ve arındırmak olarak tanımlayalım, isterse mahlukata hizmet olarak ele alalım, bu tanımların her birinde dikkat çekici unsur şudur:
Tasavvuf sadece zihinsel, kitabî bir ilim değildir. Tasavvuf ancak kendisini hayata geçirerek, ona gündelik hayatımızda, evimizde barkımızda yer açarak, onu bir yaşama rehberi kılarak bizi besleyecek, bizi içindekilerden haberdar edecektir.
Tasavvufla “simya ilmi” arasında irtibatlar kurulmuştur. Bilindiği gibi simya artık bilim tarihinin mevzuu haline gelmiş, bugün uygulayıcısı bulunmayan, eski bir bilimdir. Değersiz madenleri altına çevirme formülünü bulmaya çalışır.
Bu bilim ile tasavvuf arasındaki benzerlik, tasavvufun da nefsi, benliği, kişiliği dönüştürüp yükselten, ona irtifa kazandıran bir formüle sahip olmasıdır. Tasavvuf bu anlamda ruhsal bir simyadır.
Bunun yanında tasavvufla simya arasında bir farklılık da bulunur. Simya hiçbir zaman değersiz madenden altın elde edemedi. Ama tasavvuf, değersiz özellikler taşıyan bir insandan altın ayarında kâmil zatlar ortaya çıkarabilmektedir.
İnsanın dönüşümü gibi zorun zoru bir işlemi yapan tasavvuf, ancak ehil ellerle icra edildiğinde sonuç verir. Yoksa simyada olduğu gibi bir sonuca varmaksızın yıllar boyunca beyhude bir çaba sarf etme riski vardır. Ehil eller, kendileri de birer altına dönüşmüş olan mürşidlerdir. Yolun tehlikelerini ve insan denen mahzenin sırlarını bilen bu rehberler, yolda ilerlemek isteyen adaylar için en uygun, en pratik, en kestirme formüllerin sahipleridir.
Uzun İnce Yol
Yolun tehlikelerinden boşuna bahsetmedik. Zira tasavvuf, insan denen karmaşık bir alanda iş görmekte. Nasıl ki bir hastalıkla ilgili yanlış teşhis yanlış tedaviyi, yanlış tedavi kronikleşen bir bozukluğu, kronikleşen bozukluk giderek ölümü getiriyorsa, aynı durum manevi hastalıkların tedavisinde de geçerlidir. Âriflerden birinin buyurduğu gibi; “Başlangıcı parlak olanın sonu da parlak olur.”
Bu yüzden bu yolda doğru formüle, isabetli teşhise, ehil ellerin müdahalesine ihtiyaç var. Doğru formül ise, Allah dostlarının sürekli vurguladıkları gibi dinin dışa yönelik haram helal hükümleri ile “hakikat” arasındaki dengenin ve irtibatın kurulmasında yatar.
Bir Bütünün İki Yüzü
Dinin dışa dönük yüzü (şeriat), müminin bu dünyada yaşaması gereken hayatı düzenleyen ilkeler bütününden oluşur. Bu ilkeler sayesinde mümin haramdan kaçınabilir, helaller dairesinin farkına varır. Bu sayede Allah Tealâ’nın razı olduğu ve olmadığı davranışları öğrenebilir.
Allah Tealâ rahmet ve merhamet göstererek bu ilkeleri ve sınırları kullarına bildirmiş, müslümanca bir hayatı yaşamayı kolaylaştırmıştır. Yine bu ilkeler sayesinde, Zatını tanımaya giden yolu döşemiştir.
Tasavvuf ilmi, dinin bu dış yüzü ile bu yüzün insanın iç dünyasına yönelik tarafı arasındaki irtibatın sağlanması ilmidir. Tasavvuf sayesinde kişi, dinin kurallar manzumesinin iç anlamına, ruhuna dair bir aydınlanma yaşar. Bu yaşantıdan zevk almaya başlar, heyecan duyar. Amacın, bu kuralların dışsal şartlarının yerine getirilivermesi değil, bu kurallarda gizlenmiş olan ruha ve sırra vakıf olmak olduğunu anlar. Gayret ve yeteneğine göre de bu sır kalbine akmaya başlar.
Ariflerden kimi, “İki denizi salmış, birbirlerine kavuşurlar. Aralarında bir berzah var, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 19-20) mealindeki ayetlerin işaret anlamları içinde şu nükteyi de dile getirirler: Dinin dışa ve içe yönelik tarafı iki denizdir; birinden diğerine geçişi sağlayansa berzahtır. Bu berzah mürşid-i kâmildir. Yani mürşid, yani kâmil bir tasavvuf yöntemi sayesinde şeriat ile hakikat arasındaki ilişki belirgin ve görünür kılınabilecektir.
Emir ve Yasaklar Gözardı Edilince
Bu söylenenlerin zorunlu sonucu şudur: Tasavvuftaki manaya ulaşmak ancak dinî hükümler kaydı ve hududu ile mümkündür. Arifler hakikatin ancak dinin hükümler bütünü içinde tadılabileceğini söylemişlerdir. Dinin dış yüzü, evet amaç değildir, ama hakikat amacına götüren tek yol da odur.
İslâm’ın emir ve yasaklarını göz ardı eden bir hakikat arayışı, kişinin kendi nefsinde başlayıp kendi nefsinde biten bir yolculuğa çıkması demektir. Allah Tealâ’nın kural koyuculuğu ve Rasulullah s.a.v’in rehberliğini hesapta tutmayan bir sözüm ona seyr u sülûk girişimi daha baştan kaybolmak anlamına gelir. Deyim yerindeyse, kıble istikametinden yapacağımız en ufak bir sapma, bizim farkında olmadan kıblemizi değiştirmemiz demektir.
Bir veliye sorulmuş: “Bazı Hint ve Uzakdoğu dinlerinde de bizdeki tasavvufa benzer nefs riyazeti, manevi arınma çalışmaları var, bunlar da bir netice alabiliyorlar mı?” O da şu çok manidar cevabı vermiş: “Evet, onlar da bir ruhsal yolculuk yapıyorlar ama onları yolda karşılayan yok.”
Dinimizin helal ve haramları bizi o pek çetin hakikat yolunda kaybolmaktan kurtarır, yolda karşılanmamızı garanti altına alır.
Kantarın Topuzu Kaçmadan
Dinin kurallar bütününe titizlikle riayet edilmediği takdirde, tarihte örneklerini gördüğümüz sapmalar ortaya çıkacaktır. “İbahiye” üst başlığı altında toplayabileceğimiz bazı sapkın akımlar ve mezhepler, kantarın topuzunu kaçırmış oldukları için, kendilerinin hakikat bilgisine sahip olduklarını, dinin kurallarına uymaktan muaf olduklarını iddia etmişlerdir.
Yine “Bâtıniye” olarak isimlendirilen bazı Şii gruplarda da sevgi ölçüsüzlüğü diyebileceğimiz dengesizlikler görülür. Bunlar elbette o tertemiz tasavvuf yolunun yolcuları arasında sayılmazlar ama bazı tasavvuf yollarının böyle fırka ve mezheplerin görüşleriyle zaman zaman bulandırılmaya çalışıldığı gerçeği de hatırda tutulmalıdır.
Tasavvufu “kul olmak” gibi en yüksek unvana erişme yolu olarak görmek gerekir. Nitekim Allah Teâlâ, Rasulullah s.a.v’i “kulu” olarak anmakta, bizim de kelime-i şehadette olduğu gibi öyle anmamızı buyurmakta.
Tasavvuf, müridin önüne bazı olağanüstü durumlar sergilemek ve kerametler göstermek gibi hedefler değil, aksine Allah Tealâ’nın iradesi ve otoritesi önünde her türden iddiadan ve varlıktan geçmek gibi bir hedef koymakta, buna da “fani olmak” adını vermektedir.
Tasavvuf literatüründe, kerametlere olan aşırı düşkünlük müridin çocukluktan çıkamaması olarak da teşhis edilir. Yine, tasavvufun hurafelerle bulandırılmış bir disiplin olduğu yönünde iddialara sebebiyet veren başka bazı yönelimlere de zaman zaman rastlanmaktadır. Bunları tanımak zor da değildir. Çünkü bütün maneviyat yolcuları için geçerli ve bağlayıcı olan Sünnet-i Seniyye ve dinî hükümler manzumesidir.
Bu noktada şunu belirtmek lazım: Evet, tasavvuf dinin temel kaynaklarının ruhunu kavrama fırsatı vermekte. Evet, hurafeyle bu yolun bir işi yok. Evet, Rasulullah s.a.v silsilenin başında bulunmakta. Ama hurafelerden kaçınma, bid’atlere sapmama yönünde gösterilecek gayret de ehil bir rehberlik eşliğinde olmalıdır. Aksi takdirde temel kaynaklardan hareketle ve bir içtihat neticesinde konulmuş bazı uygulamaları, kıt ilmimiz ve cılız basiretimiz nedeniyle hurafe ve bid’at sayıvermemiz işten değildir. Bu da yine rehberlik nimetini yerinde kullanamamak demektir.
Çağın Tasavvufu Yeniden Keşfi
Modernizm, insan idraki üzerinde önemli ve kalıcı bazı değişikliklere yol açtı. Bunların sonucunda çağımız insanı, hayatı “kutsal” ve “dünyevî” olarak iki kutuplu görmeye başladı. Bu ayrım, giderek kutsal olanın dünyadan kovulması, ya da en azından hesap dışı tutulması sonucunu doğurdu.
Bu yaklaşımla modern insan, gündelik hayatını kendi istekleri doğrultusunda yeniden düzenledi. Bu düzen içinde dine de ya sınırlı bir yer açtı ya da onu tamamen devre dışı bıraktı.
Özgürlüğe, bireyselliğe, akla duyulan sonsuz güvene dayanan bu değişiklikler, modern dünyada çok geçmeden manevi bir krize yol açtı. Bu kriz, modern bireyin yaşadığı boşluk, amaçsızlık, hiçlik duygularının bir sonucuydu.
Özellikle modernleşmesini tamamlayan Batı toplumlarında, bu boşluk duygusunu Hıristiyanlığın kapatamadığı görülünce, Uzak Doğu dinlerine bir yöneliş oldu. Bu yönelme, ya bu dinleri olduğu gibi benimseme ya da onlardan yararlanarak türedi dinler kurma biçiminde oldu. Bu yeni yönelimin de tetiklediği bir durum olarak, tasavvuf da Batı’da daha çok gündeme çıktı.
İslâmsız Tasavvuf Modası
Bu durum, tasavvufun bugünkü insanla buluşması gibi hayırlı sonuçlar doğurdu elbette. Ama bazı istismarcılar eliyle, tasavvufun bazı özelliklerinin yeni bazı yaklaşımlara alet edilmesi, tasavvufun modern bid’at ve hurafelerle sentezlenmesi sonuçlarını da doğurdu.
Yaklaşık yüz elli yıldır devam eden bu sürecin sonucunda, neredeyse genel geçer kabul olarak tasavvuf İslâm’ın emir ve yasaklarından arındırılmış bir mistisizm olarak anlaşılmaya başlandı. İslâm dairesine değil de, her türden mistik sistemin ait olduğu bir başka Doğulu daireye ait olduğu fikri benimsenir oldu.
Böylece ortaya sufi olduğunu söyleyen ama müslüman olmak da istemeyen tipler çıktı. Bunların son zamanlarda birçok Batılı ülkede yaygınlaştığını söylemeliyiz.
Batı’da gördüğümüz bu sözüm ona sufiyane merak, aslında gündelik hayatla ilgili sorumluluk yüklemeyen, dünyadan kaçışa kapı aralayan, konformist bir anlayıştır. Bir bütün olarak İslâm’ın en üst düzeyde temsili olan tasavvufun sâlikten beklediği ciddiyet ve çabayı üstlenmek yerine, tasavvufu bir zihin jimnastiği, bir stres yönetimi olarak gören bu anlayış elbette Hakk’a doğru bir yolculuk vaat etmemekte.
Hz. Mevlâna İstismarı ve Dahası
Özellikle son yıllarda Hz. Mevlâna üzerinden yürütülen bu proje, Hz. Mevlâna’yı yanlış tanımaya da sebebiyet veriyor. Bir İslâm büyüğü olan Hz. Mevlâna, bir yandan bu yanlış anlamaların mevzuu olarak İslâm dışına çıkarılıyor, bir yandan da modern tüketim ekonomisinin rant kaynaklarından biri yapılıyor. Bunlar da Hazret-i Pir ile bugünkü birey arasında zaten cılız olan köprülerin iyiden iyiye atılmasına yol açıyor.
Bunların yanında, Hz. Mevlâ-na’yı bir sufi ve arif olarak görmek yerine bir filozof saymak, Yunus Emre, Niyazi Mısrî gibi zatları halk ozanı olarak tanıtmak onarılmaz hatalar içeren aymazlıklardır. Bu büyükleri edebiyat tarihinin değil, maneviyat ve tasavvuf tarihinin yıldızları olarak anmalıyız.
Aynı şekilde;
Sema ayini, zikir meclisi gibi tekke bünyesinde ve tarikatın otoritesi altında icra edilen uygulamaları lokantalara kadar düşürmek,
Tasavvuf büyüklerinin manzum eserlerini yakışıksız ekranlarda yakışıksız seslerle, sıradan birer şiir gibi seslendirmek,
Tasavvuf musikisinin dergâh-larda ve zikir meclisleri kapsamında icra edilen ve kalbi muhatap alan örneklerini otel restoranlarında açık büfeye katık etmek,
Tasavvufun kimi kavram ve söylemlerini kişisel gelişim öğretilerine müşteri çekmek için çeşni olarak kullanmak,
Kişi ve grup menfaatlerini tasavvuf örtüsüyle kamufle ederek faaliyet icra etmek,
Her türden kabalık ve kalitesizlik için tasavvufu meşrulaştırma aracı olarak kullanmak,
Ve daha pek çok yanlış anlayış ve tutum, tasavvufun vakarını zedeleyen, onu modern tüketim ekonomisine yem eden durumlardır.
Tasavvuf, adeta can çeken dünyanın, türlü çeşit krizlerle boğuşan insanlığın saf, temiz hayat iksiridir. Onu bozmaktan, kirletmekten kaçınmak lazım.
SÛFİ KİM? TASAVVUF NE?
Şihâbeddin Sühreverdî k.s. (12. yüzyıl)
“Sûfîler, diğer müslümanlar arasında, Rasulullah s.a.v.’e uyma konusunda en önde olanlardır; çünkü onlar, Hz. Peygamber s.a.v.’in sözlerine tam manasıyla uyarak emrettiklerini yerine getirip, yasakladığı şeylerden şiddetle sakınmışlardır. Onlar, bu hususta Allah Tealâ’nın: “Peygamber size neyi verdi (ve emretti) ise onu alıp yapın, neden nehyetti ise ondan da sakının!” (Haşr, 7) emrine canla başla uymuşlardır. Sûfiler, bütün amel ve ibadetlerinde, farz, vacip ve nafilelerde büyük bir ciddiyetle Hz. Rasulullah s.a.v.’e tabi olmuşlardır. Efendimiz’in söz ve davranışlarında kendisine uymanın bereketiyle, O’nun ilim, hayâ, af, müsamaha, şefkat, merhamet, güzel geçim, nasihat, tevazu gibi ahlâklarıyla şereflenmişlerdir. Ayrıca, Efendimiz’in haşyet, sekinet, heybet, tazim, rıza, sabır, zühd, tevekkül gibi hallerinden de nasiplerini alıp, Allah Rasulü s.a.v.’e her yönden tam ittiba etmişlerdir. Abdülvâhid b. Zeyd’e: “Size göre sûfî kimdir?” diye sorulunca, Hazret: “Akıllarıyla Sünnet’i tam olarak anlamaya gayret eden, kalpleriyle ona bağlanan ve nefislerinin şerrinden de Cenab-ı Hakk’a sığınan kimseler, gerçek sûfîlerdir.” demiştir. Bu, sûfîlerin halini tam olarak anlatan bir tariftir.
. . .
Ebu Hafs demiştir ki: “Tasavvuf bütünüyle edepten ibarettir. Her anın, her halin ve her makamın kendine göre bir edebi vardır. İçinde olduğu her vaktin edebine riayet eden kimse, Hak erlerinin ulaştığı hale ulaşır. Edepleri korumayan kimse kendini Hakk’a yakın sansa da aslında uzaktır.”
İmam-ı Rabbanî k.s. (17. yüzyıl)
“Sülûk konaklarını ve cezbe makamlarını geçtikten sonra anlaşıldı ki, tasavvuf yolculuğundan maksat ihlâs makamına varmaktır. İhlâsa kavuşabilmek için, insanın içindeki ve dışındaki tanrılara tapınmaktan kurtulmak lazımdır. İhlâs, İslâmiyet’in üç kısmından birisidir. Çünkü İslâmiyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs… Görülüyor ki, tarikat ve hakikat, İslâmiyet’in bir kısmı olan ihlâsı elde etmeye yarar, yani İslâmiyet’in yardımcısıdır. Sözün doğrusu da budur.
Ne yazık ki herkes bunu anlayamıyor. Rüyalar ile hayaller ile aldanarak yetiniyorlar. Çocuk gibi, ceviz-meviz ile vakit geçiriyorlar. Böyle kimselerin İslâmiyet’in üstünlüğünden, inceliğinden ne haberi olur? Tarikatın ve hakikatin ne olduğunu nasıl bilirler? İslâmiyet’i cevizin kabuğu gibi bir örtü sanıp, “Cevizin özü tarikattir, hakikattir.” derler.
İşin iç yüzünü göremeyenler, aşktan, zevkten işittikleri, ezberledikleri sözlerle avunurlar. Hallere ve makamlara kavuşmak için can atarlar. Bunları bir şey sanırlar. Allah Tealâ bunlara doğru yolu görmek nasip etsin.”
Mevlâna Celâleddin Rumî k.s. (13. yüzyıl)
“Size, içinizden ve dışınızdan sır ve zâhir âleminizle Allah’a takvayı vasiyet ederim! Ve az yemek yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan ıstırap duymayı, oruca devam etmeyi, namaza kalkmayı, şehvetleri bırakmayı, insanlara cefa vesilesi olmamayı hatırlatırım! Sefillerin ve aşağı takımın sohbetini bırakınız! Ve yalnız salih olanlarla düşüp kalkınız!”
Bir Veliye Sormuşlar:
– Bazı Hint dinlerinde de nefs riyazeti, manevi arınma çalışmaları var, bunlar da bir netice alabiliyorlar mı?
Hazret şu çok manidar cevabı vermiş:
– Evet onlar da bir ruhsal yolculuk yapıyorlar ama onları yolda karşılayan yok. Dinin emir ve yasakları bizi o pek çetin hakikat yolunda kaybolmaktan kurtarır, yolda karşılanmamızı garanti altına alır.
Ahmet BİRLER, Semerkand Dergisi, Ocak 2008