Malı çok olan bir hükümdar vardı. Onun bütün derdi, refah içinde bir hayat sürmek ve yiyip içmekti. Bunun için, Allah Teâla’nın yarattığı her çeşit dünya malından çok miktarda toplamıştı. Bu kimse, sultanlara yakışır büyüklükte ve yükseklikte bir saray yaptırmış, ona sağlam iki tane kapı inşa ettirmiş ve oraya dilediği Şekilde cellâtlar, gardiyanlar ve nöbetçiler yerleştirmişti.
Bir gün kendisine en güzel yemeklerin yapılmasını emretti; memleketindeki akraba, arkadaş, eş, dost herkesi yanında yemek yemeleri ve ihsanlarından pay almaları için çağırdı. Daha sonra tahtına çıktı, yastığına yaslandı ve:
“Ey nefsim! Bütün dünya nimetlerini topladın; Şimdi aklındaki bütün düşünceleri bir kenara at; uzun bir ömürde kazanılmış ve büyük zevkler ile hazırlanmış şu yiyeceklerden ye!” dedi.
O böyle düşünürken sarayın dışında, boynunda azık torbası asılı, kılık kıyafeti eski, insanlardan yiyecek isteyen pejmürde bir dilenci belirdi. Bu kimse sarayın kapısına geldi; kapıyı öyle çaldı ki, âdeta saray sallandı. Bütün nöbetçiler ve hizmetçiler kapıya koşuştular. Adama:
— Ey zayıf ve çelimsiz dilenci! Nedir bu hırs ve edepsizlik? Sabret, önce biz yiyelim, arta kalandan sana da getiririz, dediler. Gelen zat onlara:
— Efendinize kendisiyle çok önemli bir işim olduğunu ve buraya gelmesini söyleyin,” dedi. Nöbetçiler:
— Ey zayıf ve çelimsiz dilenci! Defol git! Sen kim oluyorsun da padişahımızı ayağına çağırıyorsun? dediler. Dilenci:
— Siz benim söylediklerimi ona iletin, dedi. Nöbetçiler olan biteni padişaha anlattılar. Padişah:
— Onu azarlayarak buradan kovmasını beceremediniz mi? diye nöbetçilerine çıkıştı. Bu sırada kapı birincisinden daha Şiddetli ve korkutucu bir Şekilde tekrar çalınmaya başladı. Bütün nöbetçiler ellerine aldıkları sopa ve silahlarla sarayın kapısına koştular. Dilenci kılığında ki adam onlara:
— Yerinizde durun! Çünkü ben ölüm meleğiyim, dedi. Herkesin vücudunu bir titreme aldı; ellerini ve ayaklarını hareket ettiremez oldular. Korkularından neredeyse akıllarını yitireceklerdi. Padişah:
— Söyleyin ona; canıma bedel başka bir şey vereyim, dedi. Azrail:
— Ben ancak seni istiyorum, sadece senin canını almak için geldim; yoksa seninle şu topladığın mülkün arasında hiçbir fark yok, dedi. Padişah:
— Allah, bana zarar verip beni aldatan şu nimetlere lanet etsin. Bana fayda verecek zannettiğim bu şeyler, beni Rabbime ibadetten alıkoydu. Bugün benim için hüsran ve beladan başka bir şey olmadılar. Onlar sebebiyle ellerim bomboş, her şeyim düşmanlarıma kaldı, dedi. Bunları söylerken Allah (c.c) sultanın malına dil verdi; malı ona Şöyle dedi:
— Neden bize lanet edersin? Sen kendi nefsine lanet et! Zira Allah (c.c) her ikimizi de topraktan yarattı. Bizi, ahiretin için bir azık olsun, sana faydamız dokunsun diye, fakirlere ve miskinlere sadaka ve zekât vermen, insanların faydası için mescit, okul, köprü gibi hayırlar yapman için senin eline verdi. Sen ise bizi, servetinin çoğalması için topladın, nefsinin şehevî arzuları doğrultusunda harcadın, bir kere olsun şükretmedin, aksine hep nankörlük ettin. Şimdi ise, hasret ve zarar içerisinde bizi düşmanlarına terk ediyorsun. Hangi günahımız var ki bize lanet ediyorsun?
Bu konuşmadan sonra ölüm meleği padişahın canını aldı ve padişahın ölü cesedi tahtından aşağıya yuvarlandı.
Yöneticilere Altın Öğütler, 96, Semerkand Yayınları